30 Mart 2016 Çarşamba

Mart 2016 Metinlerim: Parça 2 / 4

Manifesto ve Marx
Aklı kıtın ve aklı evvelin biri, herşeyi Marx’a mal edecekler ya, manifesto türünün icadını da ona mal etmiş:
“Savrulmuş metinler, yüz yıllar boyunca manifestolar olarak adlandırıldılar fakat Marx ve Engels'in Manifesto'su, bu metinleri ayrı bir tür olarak bir araya getirdi.”
Düşündüm, benim bildiğim öyle değil.
Sonra gittim baktım ansiklopediye. Gerçekten öyle değil.
Manifesto türünün önemli örneklerinden ilki, ‘Bağdad Manifestosu’ ile Müslümanlar’a ve Abbasi hükümdarı El Kadir’e atfedilmiş:
Batı dillerinde ise, Latin Amerika’ya özgürleşme rüzgarını getiren ama kendisi sonradan diktatörleşen Bolivar, 1812’de Cartagena Manifestosu’nu yayınlamış:
Arada, adı manifesto taşımayan bazı bildirgeler de, manifesto sayılmış:
Kendi hesabıma, Türkçe’ye çevrilen manifestoların tümünü okumaya çabalarım. Sanat veya politika fark etmez.
Beni ilgilendiren, ilk kez söylendiği önesürülen bir şeyin ilk kezliğini denetlemektir.
Sonuçta, kendim de manifesto yazmış biriyim: Türkiye Demokrat Ateist Parti Manifestosu:
Bir tane daha, bende manifesto bol, bu kez bilimsel bir manifesto:
Bu arada avangard sanatın bittiğini önesürenlere de bulaşalım.
Hala avangard sanat manifestoları yazılıyor:
Trier yazdı, Herzog yazdı.
Yani:
Yeniler ve yenilik bitmez, yeniciler / manifestocular eskirler yalnızca...
Eskiyen ayları da kırpıp yıldız yaparlar işte...
Dipnot:
Marx’a da, dakka 2 gol 2, ‘Anarşist Manifesto’, ‘Komünist Manifesto’dan yalnızca 2 yıl sonra, gereken yanıtı vermiş.
Nasıl ki biri, peygamberin yüzüne o yaşarken, Kuran’ın insan eliyle yazıldığını söyleyebilmişse, Anselme Bellegarrigue de, Marx’ın mecaz anlamda yüzüne karşı, onun toplumculuğunun faşistliğini söyleyebilmiş.
Epistemik tabu yok insancıklar ve küçük insanlar, sizlerin dezenformasyonu var yalnızca...
Her zaman en büyük yalanı söyleyenin peşinden gidiyorsunuz ve 5 milenyumdur hiç utanmıyorsunuz bile...
Dipnot:
“Bu kitabın başlıca önermelerinden bir tanesi manifestonun nasıl ve neden yirminci yüzyıldaki sanat dünyasına girdiğini açıklamaktır.”
Marx’ın manifestosu, 20. Yüzyıl avangard sanat manifestolarının ancak Rus olanlarına girebilmiştir, o da hepsine değil. Bu da ayrı bir dezenformasyon. % 5 diyelim, o da mercek-ayna optik-dezenformasyonu ile. Marx sanattan hiç anlamamıştır yani. Anlasaydı, Lukacs’ın 1940’ta yazdıklarını, onun 1840’ta yazması gerekirdi.
Ayrıca manifestolar, şiirsel değil, mantıksaldır. İkisinin de kısa önermelerden oluşması, onları aynı yapmaz.
Ayrıca, ‘Komünist Manifesto’ bir manifestoysa, ‘Savaş Sanatı’ 2.500 yıl öncesinde bile haydi haydi bir manifestodur.
Keza, ‘Tao Te King’...
(10 Mart 2016)
İnsanlar Neden Yazmazlar?
Türkiye’de 80 milyon kişi ve 40 milyon internet kullanıcısı var.
Bu 40 milyonun, hesapça 40 milyonu da okuryazar.
Oysa, tüm blogcuların toplamı 40 bin değil.
Binde bir oran.
Ya da okurların yüz binde biri yazıyor, o da belki.
Yani:
İnsanlar yazmıyorlar.
Neden?
Yazamıyorlar kesin.
Yazmayı sevmiyorlar, okumayı da sevmiyorlar, o da kesin.
Ama en önemlisi şu:
Yazmanın 21. Yüzyıl insanı için bir zorunluluk olduğu düşüncesinde değiller.
Facebook kullanmak öyle ama...
Facebook davranışlarının % 99’u paylaşım, beğenme, vd ama...
Yani:
İnsanlara yazmakları için şeker, un, yağ vermişler ama insanlar helva yapmayı reddediyorlar.
Eskiden bunların olmadığından yakınırlardı.
İnsanlar zamanlarının olmadığını syleyip, kitap okumazlar ama günde 4-5 saatı sosyal medyada geçiriyorlar.
Yani:
Yeni okumazyazmazlar, görüyorlar ve işitiyorlar ve bunu da beyin kullanmak sanıyorlar.
Ayrıca:
Beyinsizliği dert ettikleri falan da yok.
Yani:
İnsanlar beyinsiz oldukları için yazmıyorlar.
Yüz binde dokuz yüz doksan dokuz bin, dokuz yüz doksan dokuz öyle...
(10 Mart 2016)
Ulus Baker: Yazmak, İletişim Kurmak Değil, Direnmektir 1
Fil dergisinin Mart 2016 kapağında bu metin parçası ve bir Baker portresi var.
Peki, biz de yanıtımızı verelim o zaman:
Hayır.
Yazmak, direnmek değil, doğruyu dilegetirmektir.
İnternet, bir kez dilegetirilen doğruların asla-kata düzeyinde  değilse bile, kolay kolay yok edilemediğini bize gösterdi.
Artı Eratosthenes, bunu bize 2.200 yıl önce gösterdi.
Yazmak, iletişim olabilir, olmayabilir.
Yazmak, direnmek olabilir, olmayabilir.
Direnmemek, işbirliği olabilir, olmayabilir.
Tüm bunlar geçerli enformasyonlar, bunları yok sayma veya değilleme çabası ise, bir dezenformasyon olmakta.
Baker’in tezi de öyle.
Kaldı ki iletişim ile direnme arasındaki korelasyon, pratikte sıfır olabilir pekala. Yani, birini oldu diye, diğerini olmama zorunluluğu da yok ortada. İkisinin 4 çeşit permütasyonu sözkonusu ve hepsi de yaşanmış durumlar.
Gelelim alıntının mekanına:
Bu yeni kuşak, az karikatürlü çok yazılı dergiler, Metin Üstündağ tasarımı bir tipleme. Bu sıralar bunlar, habire mayoz bölünüyor ki bir Oğuz Abi geleneği bu da.
Metinlerin içeriğinde lümpenlik had safhada. Kenar mahalle kızlarının hissiyatına yönelik dozda ama ciddi ciddi politik geçinen metinler var oralarda.
Bu tez de kapağa, his-hıs yaratsın diye konmuş: Sonuçta, ölümüyle şehir efsanesi olmuş bir isim Baker.
Baker, yaşam pratiği, teorisi, praksisi pek uyuşmamış biri.
Geriye kalan metinlerinde aşırı bir şizofrenik dağınıklık sözkonusu. Çok okumuş ve konuyu çok dağıtmış. Kavramsal çerçevesi de hiç olmamış gibi.
Oysa felsefecilerin tümellerle uğraşırken, temel bir atlasa, haritaya, periyodik tabloya, kavramsal çerçeveye gereksinimleri oluyor. Tersi durumda, ağaca bakarken ormanı, ormana bakarken ağacı gözden kaçırıyorlar.
Baker, epistemik yitiklerdendi kısacası.
Yaşamcıl yitiklerden de oldu.
Dipnot:
Bunun biyografisine yönelik olabileceği kanısındayım:
Ulus’un yaşamında, babasının ölümü, annesi Pembe Marmara’nın amansız hastalıktan ölmesi, babaannesinin ölmesi, büyük travmaya neden olmuştur.”
(10 Mart 2016)



Sanat, Tiyatro, İslamopati, Haçlı Seferi, Cihad, Vd
Bir haber:
“Fransız yazar Michel Houellebecq’in, 2022 yılında Fransa’da Müslüman bir devlet başkanının seçilmesini anlattığı “Soumission” (Teslimiyet) romanın sahne uyarlaması, Ortadoğulu sığınmacıların yoğun olduğu ve İslam kültürüne dair önyargıların arttığı Almanya’da ciddi bir başarı yakaladı.”
Yıllar önce, Türkiyede CIA için de çalışmış olan Graham Fuller, bir öykü anlatır:
“ABD’ye, eski SSCB’ye karşı eğitmek için, Afganlılar’ı getirirler. Afganlılar, herşeyin çok güzel olduğunu, ABD’liler için en iyi yolun Müslüman olmak olduğunu söylerler.”
Katıla katıla gülmüştüm. Güldüğüm, Fuller’in bunun ciddi olduğuna ve gerçekleşebileceğine ayamamasıydı.
İspanya, 850 yıl Müslüman yaşadıktan sonra yeniden fetihi, engizisyonu ve koloniyalizmi icat etti. Bu arada, bir de Amerika’ya gitti, bir İtalyan aracığılıyla...
‘Don Kişot’ yazarı Cervantes, Müslümanlar’ın elinde tutsak kaldı.
Avrupa’nın güney beşte biri, doğu üçte biri yüzyıllarca Müslüman işgalinde kaldı.
Avrupa, ancak Roma yıkıldıktan sonra, tümüyle Hristiyan oldu. Oldu ama zorbalıkla, yani katolik oldu.
Müslümanlaşma da öyle, zorbalıkla...
Fuller’in bunları dikkate alması ve bilmesi gerekirdi.
Nasıl ki beyaz YMCA’lerin işgal ettiği ABD, bugün hiç farkında olmadan beyaz-dışı olduysa, yarın da Fransa olabilir. Yasal veya yasadışı yollardan milyonlarca göçmen alıyor ve Fransızlar da üremiyorlar pek. 2022 olmaz da, 2122 olur.
Devam:
““Soumission”, 7 Ocak 2015 tarihinde Fransa ve Almanya’da eşzamanlı olarak yayımlanmış, aynı gün gerçekleşen Charlie Hebdo saldırısı nedeniyle büyük yankı uyandırmıştı. Katliamdan hemen önce yayımlanan Charlie Hebdo sayısının kapağında da, romana eleştirel bir biçimde yer verilmişti. Fransa’nın şeriat kurallarıyla yönetildiği distopik bir gelecekte bir akademisyenin çaresizliğini anlatan romanın yazarı, daha önce de İslamofobik söylemleri nedeniyle eleştirilmiş, 2001 yılında bir röportajda “İslamiyet’in en aptal din olduğunu” söylediği için ırkçılık suçlamasıyla hâkim karşısına çıkmış ancak beraat etmişti. “Soumission”un Avrupa’daki Müslümanlara yönelik saldırıları destekleyen fikirlere sahip olduğu konuşulurken, Ali Baddou “romandaki İslamofobi karşısında kusmak istediğini” söyledi. Yazarın önceki kitaplarını Türkçeye çeviren Can Yayınları ise, bu kitabı henüz yayımlamadı.”
Bilgiler, mitralyöz kurşunları gibi yağmış.
İslamiyet’in en aptal din olduğunu söylemek, ne zamandan beridir islamofobik olmakta?
Bir dinin en aptal din olduğunu söylemek, ne zamandan beridir ‘fobik’ olmakta?
Bakalım Can Yayınları ne yapacak?
‘Şeytan Ayetleri’ hala yok ortalarda.
Sorular:
Bir İranlı aynı şeyi yaptığında, islamofobik olmuyor mu?
Örneğin, ‘Persepolis’ ve yazarı / çizeri?
Üstelik, o yazar / çizer Hristiyan olduğunu, tüm kitap boyunca, açıkça hiç söylemiyor, adı Marjanne iken bile...
Devam, monologlu oyunun başrol oyuncusundan alıntı:
““Gerçekliğin bizi ele geçirdiğini düşündüm. Ama aynı zamanda, yeni bir bilince de ulaştım. Bence, Bataclan ve Köln olayı yaşandığında -ki bu ikisi tamamen farklı şeyler-, bizi paralize ettiğinde ve bunlarla nasıl baş edeceğimizi bilemediğimizde, tiyatro bize soğukkanlı bir alan açıyor; sorunlarımızla oyuncu, hatta mizahi bir biçimde uğraşacağımız bir alan.”
That is the question:
“Bunlarla nasıl baş edeceğiz?”
Fransa, gidip Suriye’de IŞİD’ci Fransa vatandaşlarını öldürürken, arada Suriye vatandaşlarını da öldürdü. Geçmişte vicdanı solda / cüzdanı sağda olan Fransa vatandaşları, cüzdanları solda / vicdanları sağda olunca, ‘Heil Le Pen’ oldu. Sonra da, Bataclan’da Fransa polisi Fransızlar’ı öldürdü. Şaşı sosyalist, uçkuruna feci gevşek, kart teke Hollande (Hollandalı yani, Sarkozy de Macar idi, ulus-devleti icat eden ülkeye bak), bunu anlayamadığını itiraf etmişti.
Ayrıca:
Bataclan ve Köln olayı aynı şeyler. Madalyonun iki ayrı yüzü yalnızca. Başka yüzler de olabilir ayrıca.
Bunun, Müslüman geçinen bir ülkede ateist biri olarak yazdım.
Alaturka yavşaklık ile mahalle baskısının ayrımını yazmış bir sokakbilimci ve bayağıbilimci olarak yazdım.
Hristiyanlar Müslümanlar’ı bilmem kaçıncı Haçlı Seferi ertesinde, taa1250 gibi durdurabildiler.
Müslümanlar da bu hızla, 2250 gibi bir şeyler becerirler gibi...
Ve en son alıntı:
“... tiyatro bize soğukkanlı bir alan açıyor; sorunlarımızla oyuncu, hatta mizahi bir biçimde uğraşacağımız bir alan.”
Tiyatro tarihi pek öyle demiyor.
Oyun evet ama belki Huizinga’sal anlamda.  
Ayrıca; satir ayrı şey, hiciv ayrı şey, mizah ayrı şey...
Antik Yunan oyunları satirdir, Şair Eşref hicivdir ve gümrah çiçek küfrü de içerir ama mizah öyle değildir.
Suludur, seyreltiktir, kaypaktır...
Dipnot:
Afro-ABD’li Lee (bu arada soyadı Çinli), Afro-ABD’lileri anlattığı ‘Chi-raq’ filmiyle, beyazlardan değil, Afro-ABD’lilerden aşırı tepki aldı.
Sanat böyle bi şii:
Kimin eli, kimiin cebinde?
Ahan da bu, hiciv işte...
(11 Mart 2016)
Facebook / Psike Art / Özgürlük
Esir düşmüş tek hayvan:
En nihayetinde, mutluluk gibi özgürlük de ötekinin zevkidir ve bu nedenle, her ikisini de mutlak olarak yaşayamayacak olana ‘insan’ denir.
Agâh Aydın, Psikeart, Özgürlük.
+
RÜ:
Özgürlük, 0 kişiliktir. Kendindeki ötekileri bile içermez. Öteki, toplumsallıktır ve özgürlük, toplumsal-değil olmakta. (Birey denmedi, dikkat.) Bu anlamıyla, bazıları için özgürlük hiçliktir, nihilizm anlamında değil de, Neyzen Tevfik'in 'Hiç' hattı anlamında.
İnsan esir düşmüş, esir alınmış, kendini esir etmiş tek hayvan değildir. Özellikle de, toplumsallığa. İnsan türünden daha kölece yaşayan birçok hayvan türü toplumu vardır.
Özgürlüğü ve ötekiyi yaşamadan da insan olunur. İnzivada veya tecrit hapiste gibi. İnsan olmak da gerekli bir şey değildir. Nietzsche’sel alt-insan’lar ve Reich’sal dinle-küçük-insan’lar için belki gerekli olabilir, ne de olsa sınıf atlamış oluyorlar böylelikle.
(11 Mart 2016)



Eski, Yeni, Yeni-Eski Ekonomik Parametreler
Birinci dönem 1945-1980 arasıydı ve eski olanıydı, ikinci dönem 1980-2015 arasıydı ve yeni olanıydı, üçüncü dönem 2015-2050 arası ve yeni-eski olanı.
Eski dönemde klasik prametreler kullanıldı, sonra zorlamayal yeni parametreler ikame edilmek istendi ve becerelimedi, sonunda kırma gibi bir yeni-eski parametre dönemine geçildi.
Birinci / eski dönem için işsizlik % 3-4 uygundu, tasarruf % 20-25 uygundu, yatırım % 25-20 uygundu. GSMH’nin % 70’i harcanabiilrdi ve harcanırdı.
İkinci / yeni dönem için işsizlik % 110-20 uygundu, tasarruf % 10 uygundu, yatırım % 5 belki uygundu, tüketim GSMH’nin % 150’si uygundu. GSMH’nin % 40’ı harcanabilirdi ve harcandı.
Üçüncü dönem için işsizlik savaş eliyle düşürülecek, tasarruf yeniden % 25 yapılmaya çabalanacak, yatırım % 40 olmak durumunda, tüketim GSMH’nin 35’i kalmak zorunda. GSMH küçülmek zorunda, yani konomi büyüme en az 10 yıl bile isteye, denetimli ve yönlendirilmiş olarak olmayacak.
Neden böyle?
Birinc dönemde işler mecrasındaydı, sonra mecrasından çıkarıldı, şimdi yeniden mecrasına sokulması gerekiyor.
Makro-makro düzeyde ise, işleri mecrasından muhakkak çıkaracak, gıda, su, enerji, 2029 krizleri var. Tarih ise, 2000-2200 arasında kafaüstü gitmeye başladı.
Varılacak en iyi yer, eski düzen.
Varılacak en kötü yer, insan türünün sonu değil, homo posterus’un yolunun kapatılması. Geri kalanında insan türü, 5 milenyumdur hep aynı. Devlet devlet, özel mülkiyet özel mülkiyet. Sömürü oranı oyunyor yalnızca.
(11 Mart 2016)
Sen Kimsin Lan Küçük İnsan?
Candan Erçetin 7 yıl önce sormuş:
“Ben Kimim?”
Şarkı sözleri:
“Az mıyım çok muyum?
Var mıyım yok muyum?
Ben neyim?
(Masal mıyım gerçek miyim?)
+
Kaç mıyım göç müyüm?
Hiç miyim suç muyum?
Ben kimim?
(İbret miyim cinnet miyim?)
+
Hiçlikler içinde kanayan yürek
Yokluklar içinde savaşan beden
Boşluklar içinde karışan zihin
Güçlükler içinde değil miyim?”
+
Ve sana soruyor, dinle küçük insan:
“Her ihanete akıl erdiren
Her cehalete kılıf uyduran,
Her esarete fiyat biçtiren
Sen değil de ben miyim?
+
Her adalete duvar ördüren
Her cesarete kilit vurduran
Her asalete boyun eğdiren
Sen değil de ben miyim?”
+
Ne biçim yaratıklarsınız lan sizler?
Koskoca Cumhuriyet’i devirdiniz...
Yediniz patladınız... Hala yiyorsunuz...
Ormanları yaktınız...
Memleketi sattınız...
Devrimi rakınıza meze yaptınız...
Olmadı tüydünüz...
Hala bunak bunak cav cav ediyorsunuz...
(11 Mart 2016)
11.03.16, 20:05.
Bir Şarkı Ancak Bu Kadar Cuk Oturabilirdi
Candan Erçetin’in 7 yıllık, ‘Ben Kimim?’i...
Ben ilk kez dinledim.
Gözlerimden yaşlar indi.
Tam da, o melankolinin içindeydim, daha da aşağıya indim.
Sonra ağlamak yavaşlattı Acı’mı...
Kaçmam gerekiyor, kaçamıyorum; kalmam gerek, kalacak yerim yok...
Kilitlendim, çöktüm, yıldım...
Yılkı atı bile olamıyorum...
Küreselleşme Sona Erdi (mi?)
Kendinden dilemmalı ve paradokslu bir kip.
Öncelikle veri:
1980’de küresellik içinde gibi olan nüfus % 15 idi, şu an pek pek % 45.
Küresellik denilen şey, açgözlülüğün dibine vuranların, tüketim toplumunu tüm herkese kakalama niyeti idi.
Bunun için de, önce havuç yöntemini kullandılar.
Havuç dönemi bitti.
Şimdi, sopa dönemi geldi.
(Ki bunların bu sırayla veya sırayla olması için bir kural yok.)
‘Arap Baharı’ denilen şey, 2011-2015 arasında, 1 milyar Arap’ı öpe öpe Batı mallarını tüketici yapma eğilimiydi.
Geri tepti. 5 milyon beş parasız ve kaçak Suriyeli’ye ne satacaklar, merak ediyorum.
Birinci moment bu.
Süleyman Yaşar, belli veriler sağlıyor bize:
“ABD ve Avrupa Birliği gibi büyük ekonomilerde ihracatın milli gelirdeki payı yüzde 15’i geçmiyor.”
Bunun meali şu:
2., 3. ve 4. Dünya ülkelerine havuç tutarak, o havuç karşılığında, limit bedava işgücü ve hammade satın almak. Aynı maldan 1 milyar adet ürettirerek. Çevre kirliliğini ihraç ederek.
Vietnam’da asgari ücret, ABD’deki veya AB’deki 1.500 dolar yerine, 25 dolar oldu: 60’ta 1’i yani.
Çin, rekabet olsun diye, belli metallerin birim fiyatını üçte bire çekti. Araya bol zehirli metal de kattı ve o da çevre kirliliği ihraç etti.
Deniz bitti ama.
Dünya’da banka hesaplıların oranı % 50’yi bulamadı.
Turistlerin oranı, global nüfusta % 15’i geçemedi.
Üstelik, tüm zorlamalarla, herşey dahillerle, vergi iadeleriyle, ikame maliyeti ile 2 katına fırlayan iç pazar fiyatlarıyla...
Çin’de 40 yıllık çabayla, 150 milyon kişilik bir iç tüketici pazarı oluşturuldu. Bunlar, yarı aç yarı tok noktadan oraya 1 kuşakta, tek çocuk politikası ile geldiler.
Brezilya ise, mafya-devlet olarak, 70 milyon kişisini, Kolombiya’nın uyuşturucu parası ile yeni bir orta sınıf yaptı.
Her yol mübah oldu yani.
Küreselleşme çabasının en ağır sonucu, yumurtlayan ve yumurtlayacak tavukları bile kesmesi oldu.
Böylelikle, önümüzdeki 20 yıl için, potansiyel (oluşabilir / büyüyebilir) pazar pratikte sıfırlandı. Deniz bir kere daha bitti.
Çünkü, Japonya örneğinin gösterdiği üzere, insanlar bir kez para harcamamaya koşullandı mı, onlara bedava para dağıtsanız bile, onu harcamıyorlar.
Bir de tutum-davranış farklılığı var:
Norveç’in 1 trilyon dolar borcu ve 1 trilyon dolar fonu var. Borç yaşayanları, fon doğmamışların.
İsviçre’de ise aynı türden bir potansiyel var. Yurttaşlarına çalışmasalar bile, maaş vermeye kalktı hükümet, partilerin çoğu buna karşı çıktı ama ‘doğmamışların hakkını yemeyelim’ diye değil, ‘köleyiz lan biz, çalışalım’ diye...
Yani:
Küreselleşmenin en ağır bedeli bu oldu:
İnkar kültü.
Gerçekleri görememe öz-dezenformasyonu.
Öz-Hitler yalan söylemese bile, yalan söyleyen neo-Hitler yaratma eğilimi.
Sağduyunun ve aklıselimin yitimi.
Çöküş dönemlerinde insanlar, ya aşırı tüketirlermiş, ya da hiç tüketmezlermiş (bakınız Sabri Ülgener). Bu kez oran, %o 999 aşırı tüketim, %o 1 sıkıp yalayıp hiç tüketim oldu. Böylelikle 7 bin (milyonda bir) kişi, Dünya’nın yarısına sahip oldu.
Ancak, Lale Devri gibiki (iç bade, sev güzel) dönemler ilk kez olmadı kuşkusuz.
Tarihten biliyoruz ki bu borçları birileri ödeyecek, belki yarısını ödeyecek ama ödeyecek.
Yani biz pek tutumsever sayılan Türkler de, 500 milyar dolarını ödeyeceğimiz, 1 trilyonu nakden deve ettik afiyetle... 1 de KİT sattık, 1 de borç taktık geleceğe.
1980, 1987, 1994, 2001, 2008 krizlerini inkar edenler çok olduğu gibi ülkemizde, 2015 krizini de inkar ediyorlar çok çok.
Üzerine bir de savaş ekonomisi bindi.
Hoca, 1 fili geri verecekken, kendisini terkettikleri için 2 fil ister Timur’dan.
Ben 11 fil istiyorum tarihten Türkler’in sırtına...
Dilerim, Cengiz Han’ın Yeryüzü’nden sildiği 50 büyükkentten beter olur İstanbul’un bu kezki sonu...
Ancak, en büyük kriz dönemlerinde bile, 1 milyonda 100 bine, yani onda bire düşmüş nüfus. Şimdi de, olsun olsun 15’ten 1,5’a düşer. O da 1965 nüfusu olur. O kadar.
Sonrası mı?
Kitledir, aynı hataları yeniden ve hep yapar...
(11 Mart 2016)
Herif Keriz Silkeleyebilecek mi?
‘Herif’ denilen biri, pek güzide borsamızın, hesapça kim olduğu bilinmeyen bir oyuncusu olarak, 1,5 yıldır gondolu sallayıp duruyor.
Onun aracılığıyla, biri de bilmeden itirafta bulunuyor:
"Bu adam yeni bir pazar keşfetti. Ve kendi şovunu çekiyor çünkü yeterince rekabet yok burada. Fakat şunu biliyoruz ki gelişmekte olan piyasalarda her zaman kasa kazanır."
Rekabetsiz borsa ne demek?
Önüne gelen keriz silkeliyor demek.
Peki, son 30 yılda Türkiye’de borsada kasa mı kazandı?
Yoo.
Birileri, kendi hisse senedinin sahtesini bile satabildi bu ülkede.
Aracı kurumlar, Herif’in kim olduğunu açıklamıyor ama bu demek değil ki onlar biliyorlar.
Bu ülkede, IŞİD bile borsada oynuyor.
Bu ülkeye, TIR ile 20 ton altın giriyor.
Yine de Herif, her ne yapmışsa da, Varşova ve Moskova’nın İstanbul’dan daha karlı olduğunu söylüyorlar ama Herif gibilerin oralarda da olduğunu söylemiyorlar.
Kimse demiyor ki % 20 kayıpla kara para aklıyor olabilir.
Mafya gibiler öyle yapıyor.
IŞİD gibiler neden öyle yapmasın?
(12 Mart 2016)
Forex, İddaa, Şike
Forex, uluslararası borsalarda belli bir metanın fiyatı için, belli bir zaman momenti için tahminde bulunup, alım / satım yapma işlemi.
İddaa, bilmem hangi ülkenin, bilmem kaçıncı kümesindeki takımın, bilmem kaçınçı dakikada gol yiyeceğini bilmek üzerine bahis ile ilgili.
İkisi birbirine ne kadar benziyor değil mi?
İkisi de kumar.
İkisinde de şike var.
Forex, yatırımcının % 87-88’nin zarar ettiği bir şike.
İddaa, bir zamanların Platini’sinin teneke olduğu bir şike.
Kumarda hile neyse, buradaki şikeler de o.
Borsada şikeden kolay ne var?
Arap Baharı dersin, petrol fiyatlarını 10 ila 100 dolar arasında salla babam sallarsın.
Herif diye biri çıkar, büyük miktarlarda alım satım yapar, İstanbul Borsası’nı salla babam sallar.
Çin borsalarından birinde, bir hisse senedi 1 yılda 72 kat fiyatlı olur. Sonra da çakılır tabii ki.
1986-2000 arasında, TC vatandaşı 1 milyon küçük yatırımcının borsada zarar ettiği sanılıyor. Tabii, hepiciği tuş oldu.
Sonra, büyük ve ağır abi yabancılar geldi. Araya bıyıklı yabancılar kaynadı. Büyük paralılar, kendi aralarında küçük paralıların paralarıyla barbut oynuyorlar.
Bunun adı da:
Kapitalist özgürlük...
Liberalizm falan...
Ekonomi tıkırında filan...
Kriz var, kriz var, bunalım var, Timur Selçuk söylüyor fonda...
Nasıl ama?
Yerse...
Yemezse, borsayı eleştirmenin cezası var. Borsa kötü etkileniyormuş amcası...
Valla öyle...
Geçenden 1 akçe, geçmeyenden 2 akçe...
Borsanın eski başkanlarından biri, boşuna kahrından ölmedi...
Platini domuz gibi maşşallah... Depardieu’den beter şişti. Sumocan oldu çıktı. Henüz patlayamadı, eli kulağındadır. Tasfiye sırasının ona gelmesi yakındır.
E tabi dedesi, başkaları da yesin, dii mi?
(12 Mart 2016)
AYM, Dündar, Vd
AYM Dündar’ı serbest bıraktı. Ortalık toz duman oldu.
İzlediklerim, bana Kadı Burhanedddin devletini anımsatıyor.
Bizde, hep generaller cumhurbaşkanı olurdu. Sivil diktatörlük olmayacakmış gibi, o kapıyı kapattılar. Sivil darbelere yol açıldı.
2000-2007 arasındaki cumhurbaşkanımız Sezer, o mevkiye AYM başkanlığından emekli olup seçildi.
Ona AYM başkanlığına giden yolu açan AYM üyeliğinin yolunu açan Yargıtay üyeliğine, onu kim getirmişti dersiniz?
Kenan Evren.
Bla bla bla...
Sora ne oldu dersiniz?
Birileri hukukçu olmayan birilerini bile AYM üyesi seçiverdi.
Ülkenin en yüksek hukuk kurumunda hukukçu olmayan biri.
O zaman da, tabii ki kararlar ortada kalabilir.
Ya da:
“Ol kadı olursa davacı,
Olur mu ol mahkemenin hükmünde dirayet?”
Şimdi de cumhurbaşkaı diyor ki.
Tanımıyorum AYM hükmünü...
Nolcek şimdi?
Kim yargılayacak AYM üyelerini?
Kim karar verecek buna veya tersine?
Ya da:
Kim yargılayacak cumhurbaşkanını?
UCM mi?
Çook hayal bunlar.
Yani:
Kadı yerine, halk jürisi olunca da, fazla bir şey değişmeyebiliyor gibi... Öyle olsaydı, ABD’de mahkeme duruşması, ‘talk-show’ olmazdı.
Değişmesi umuluyor ama...
Dündar’ı da yeniden içeri alacak yeni bir şey bulurlar herhalde...
(12 Mart 2016)
Herif, Borsada Yöntem, Ciddi Oyun
Hesapça Herif’in kim olduğunu buldular:
“İstanbul’da bazı günler 450 milyon dolara varan işlem yapan “Herif”, Londra merkezli bir hedge fonun Hintli yöneticisi. Hintli fon yöneticisinin özel bir yazılımla oluşturduğu gizli algoritma sistemiyle işlem yaptığı belirtiliyor.”
Da, gavur olsa Türk olsa, ne farkeder?
Farkeden şu:
Birileri, borsada algoritma, yani sistematik-yöntem kullanmış olması.
Bu, bir ciddi oyun olmakta.
İstanbul Borsası deney alanı, diğerleri de denek olmakta.
Amaç ne olursa olsun sonuç, manipülasyonun gücünü görmek olacak.
Tabii, felaket yokken felaket yaratmak olsun, felakete yatırım yapıp kazanmak (harp zengini olmak) olsun, bir ciddi oyun olmuş olacak.
Sözünü ettiğimiz 1 milyon kişinin 10 yıllık geleceği.
Kapitalizmde para zaman demektir. Zaman da para. İkisi de tüm bir yaşam demektir.
Yani:
Papa, üçte biri ateist olan Almanya halklarından, yılda 9 milyar avro dini kelle vergisi aldığında, 75 yıl yaşayan ve ortalama 40 yaşında, yılda 2 bin saat çalışan ve birilerinden, ömürlerinin geri kalanını 10 bin kişiden almış, yani onları öldürmüş olmakta.
Borsa da aynısı:
Türkiye’de her yıl 1 milyon kişiden, biner dolardan, 1 milyar doları lüplettiğinde, 6 bin kişiyi öldürmüş olmakta.
O nedenle, borsa ve tek tanrılı din vergisi terördür.
Öldürür yani.
(12 Mart 2016)
Ulus Baker: Yazmak, İletişim Kurmak Değil, Direnmektir 2
Diren kardeşim.
Sana direnme diyen mi var?
Da, neye karşı direneceksin?
İnsanın insana zulmüne mi?
E o zaman da, bugünün mazlumu yarının zalimi olunca, bugünün zalimi yarının mazulum olunca, elinde tuzlukla, hıyarım var, diyene koşacak mısın?
Tarih öyle olduğunu söylüyor.
Senin için yangında ilk kurtarılacak şey ne?
Olunacak ilk kitap ne (bakınız Fahrenheit 451)?
Parça var, bütün var; ağaç var, orman var, yani...
Orman / bütün, insanlığın 5 milenyumda yarattığı bilgi...
İnsanları kurtarmaya direnirken, bilginin yok edilmesine direnmeyecek misin?
Aristo ölüyor ve Metafizik kitabı kalıyorsa; Eratosthenes ölüyor ve  Dünya’nın çevresi bilgisi kalıyorsa, hangisini yeğleyeceksin?
Hangisini yeğledin?
Sen felsefeci değil miydin?
Felsefeciler, tikeller yerine, tümellerle uğraşmazlar mı?
Asıl son soru şu:
Yaşayarak mı direneceksin, yazarak mı?
Biri diğerini yok ettiğinde, ne yapcaksın?
Sen öldün mesela...
Bunu mu önereceksin okurlarına?
Direnmek, erken ölmek mi?
Seninkinde değildi. Yalnızca, ertelenmiş bir ‘travmalar dizisinin son çöküntüsü’ idi seninkisi.
İmamın dediğini yap, yaptığını yapma, yani...
(12 Mart 2016)
İlk Erbil Başkonsolosu Selcen: Dış siyasette ergenlik hülyaları var: Suriye ve Irak gelişmeleri, bildiğimiz anlamda cumhuriyetin sonunu hazırlayabilir!
Çok uzun ama epeyi ironik bir başlık oldu.
Başlıktan başlayarak parça parça gidecğiz:
Türkiye emperyalizmi, ergen değil, olsa olsa prematüre olabilir.
Yapan taraf, yolun sonunda olduğu için de, yaptığı tüm hatalar ona yazar, böylelikle ders kalır geriye ama bedel kalmaz. TC kolay çark eden bir ülkedir malumunuz.
Cumhuriyetin sonunu, AKP’nin kendisi hazırladı. Bile ve isteye. Aralık 2013’te. Dolayısıyla Suriye ve Irak savaşçıkları (Musul ve Kobane), 1. Cumhuriyet’in sonundan çok, 2. Cumhuriyet’in başı olabilir.
"PYD'nin silahlı kolunun YPG olduğu aşikar, bunu değiştirmeye çalışmak, Türkiye'nin önceliği değildir."
Boş önerme. TC’nin yapmaya çabaladığı şey, şu an için YPG-PKK işbirliğini kesmek ve engellemek.
“... bu kantonlar birleşecek diye bir ulusal tehdit algılamanın da bir anlamı yok,...”
TC, Hatay-Irak arasında sürekli bir Kürt şeridi istemiyor, tam tersine boş alan ve tampon bölge istiyor.
“Birçok yabancı meslektaşım hep şunu sordu: Acaba gizli bir mutabakat mı var? Böyle bir gizli mutabakat yoktu; göreve başlarken, benim de kendime koyduğun hedefler vardı. Tabii ki arkamızda bir siyasi irade olmasaydı, bunlar mümkün olmazdı. Ama ben uygulamada üslup bakımından katkı yapmış olabilirim. Kendimize somut hedefler koyduk.”
Aklıma İlnur Çevik geliyor ve başka şey diyemiyorum. Zaman’ı değil çünkü.
“Türkiye dışındaki Kürtlerle yakınlaşma, bir stratejik hedef olarak görüldü.”
Hayır. Talabani yerine, Barzani tercih edildi. Öcalan ve Müslim, zaten reddedilmişti. Yani, 4 Kürt’ten 1’i yeğlenmiş oldu.
“En son Enerji ve Tabi Kaynaklar Bakanlığı’nın Kerkük boru hattındaki aksamayla ilgili yaptığı açıklamada, ‘Kuzey Irak Kürt Bölgesel Yönetimi’ tabiri kullanıldı. Şimdi bir yandan Barzani’yi Ankara’ya getirip doğru bir uygulama yaparken, öte yandan da konuyla siyasi açıdan doğrudan ilgili olmayan teknik bir bakanlığın eski terime geri dönmesi tuhaflık.”
İyi de Irak, hala egemen bir devlet. Bunu devlet elemanı olarak söylüyorsa, gerçekten kıllandırıcı. Uluslararası politika ve ABD açısından terim, doğru terim çünkü.
“İran bizim yardımımıza hemen koştu askeri olarak, ama Ankara gereken refleksi gösteremedi.”
Ha ha ha. Bunu Irak Kürtleri söylemiş. Ne bekliyorlardı? Aport deyince, gelinmesini mi? Barzani, neden Kobane’ye gidemedi o zaman ve 3 bin sivilin ölümüne katkıda bulundu? İran, şu an Barzani’den Kuzey Irak’ın yarısını isteyen Talabani’yi tutuyor ayrıca.
“IŞİD Musul’u aldığında, Ankara’nın IŞİD’i Türkiye açısından ulusal bir tehdit olarak değerlendirmemesi çok gerçekçi değildi.”
Tehlike ama ulusal değil. AKP’nin kullanmayı sevdiği, ayakçı bir tehlikedir IŞİD TC için. IŞİD, Musul’u aldığında, çoğunluk olan Araplar tepki göstermedi ki ayrıca.
"Sünni birlik fikri gerçekleri yansıtmıyor. Ben 2003’te Bağdat’ta göreve başladıktan bir ay sonra büyükelçiliğimize intihar saldırısı yapıldı. El Kaide tipi bir saldırıydı. Biz Sünni Arap mahallesindeydik, cephemiz yıkılmış, ölümden dönmüşüz, mahalle halkı, saldırıdan sonra sevinç gösterileri yaptı.”
Aha, sonunda doğru bir laf. Ancak, o zamanda 2003 imiş. Çook önce. Araplar 50 kere fikir değiştirmiştir 13 yılda.
“Uğur Ziyal’ın bir değerlendirmesi vardır. Birincisi Türkiye Ortadoğu’dadır ama Ortadoğulu bir ülke değildir. İkincisi, Türkiye Arap ülkeleri ile iyi ilişkiler kurar ama Araplararası konuların hiçbirine taraf olmaz.”
AKP bunları değiştirdi. Ancak, AB’den vazgeçmek, Doğu olmak, ŞİÖ müracaatı, bunlar demek olur zaten. Ayrıca, Irak-Kuveyt Savaşı’na Özal zamanında taraf olmuştuk: 1 koyup 3 alacağımıza, babayı almıştık. AKP’ye de, ilk etapta aynısı olacak, azıcık oldu bile. Böylelikle de, prematüre emperyalizm matüre olacak, yani olgunlaşacak.
“Suriye, Bulgaristan’a göre biraz daha az devlettir, ben ona göre ilişki kurarım.”
Son zamanlarda duyduğum en güzel deyim: Az devlet. Evet, artık  0,00 ila 1,00 olasılık arasında devlet olan 300 parça var. % 50 devlet olanla, % 50 ilişti kurmak pek yanlış değildir: % 100 olursa kötü, % 0 olursa pas geç onu. Türkiye’nin uğraşması gereken en az 40 bela-devlet var: Köstence, Gagavuzya, Dobruca, Gümülcine, Acaristan, Nahcıvan hariç üstelik, gün gelip onlar da ayağımıza dolanacak.
“Bugün artık uygulanması mümkün olmayan vize serbestliği sayesinde İstanbul bir cazibe merkezi olarak sunulabilir.”
Unutun şu Beyrut hayalini. Beyrut sonunda ne oldu belli, İstanbul da öyle olur.
“Şu an Suriye, Irak, İran, Rusya, Bulgaristan, Ürdün, Ermenistan ve hatta ABD ile ciddi sorunlar yaşıyoruz. Bunu dış politika bağlamında nasıl yorumlarsınız? : ‘Varoluşsal sınama’”
Emperyalist sınanma diyeceğine, varoluşsal sınanma demiş. Sonuçta, emperyalist olmadan var kalamayacağımıza göre, uzun vadede belki doğru bu deyim.
“Taraf olmamak dediniz, neden taraf oldu Türkiye sizce?: Bence dengeyi Arap Baharı bozdu.”
Teşekkür ederim. Aynen öyle.
“... bir Amerikan sözü vardır, ‘varsayımlar bütün hataların başlangıcıdır’ diye.”
Maalesef, o lafı diyen ABD için de böyle, TC için de böyle. Ya da: Aç tavuk, kendini buğday ambarında görür. Ortalıkta, ne buğday kaldı, ne tavuk, ne de ambar. Gitti canım Dünya barışı.
“Kürt akraba topluluklar, Türkiye sınırı dışında yaşayan Kürtler diyelim, bunların kendilerini ifade ettikleri, mecburen ya da isteyerek katıldıkları silahlı oluşumlar var, çeşitli siyasi teşkilatlar var.”
İşte, dönüp dolaşıp Çevik’e geri geldik. Orada petrol var ya, bunların da gözünde yeşil dolarlar var ya. Başka şey görmüyorlar. Yahu adamlar, 100 yıldır 4 ülkeyle de (Suriye, Irak, İran, Türkiye) savaşıyorlar. İsteyerek sürdürdükleri bir savaş bu. Bağımsızlık peşindeler. O kadar.
“Ya da “Biz Başika’ya Musul’u kurtarmaya girmiştik” gibi açıklamalar bana göre Türk dış siyasetine zarar veriyor.”
Cahilce bir söz. O zaman niye ABD, şu an TC ile birlikte Musul’a girecek? Kore’de yaptığımızı yapıp, beleşe ölelim diye.
“Daha gerçekçi, mütevazı ve ayakları yere basan bir dış politikaya dönmek gerek.”
10 yıl boyunca, bilfiil yangına benzin döken biri için, pek yakışıksız laflar.
“Ne olacak o zaman?: Benim şu anda görebildiğim, bir anlamda duvara toslanmadan bir değişiklik olmayacağı yönünde.”
Ne ABD, ne de TC için 1 kerenin yetmeyeceği / yetmediği kanısındayım. 10 kere de belki ayarlar. Şu an üçüncüde sayılırlar.
“AKP döneminde güdülen Ortadoğu politikasında geldiğimiz noktayı nasıl tarif edersiniz?: Etkisiz. Çünkü amaç, Ortadoğu’da etkinin artmasıydı, böyle bir etki yok.”
Ha ha ha. Meali: Beni kullandılar ve attılar. Yeni adamlar ve yeni yöntemler kullanıyorlar, ben parasız kaldım. Böğaa...
“... şampiyonlar liginin parçasıyım derken, zoraki ittifak yapılan bir Ortadoğu ülkesine indirgendik.”
İyi de, ikisi birbirini engellemiyorlar ki... Seninle işbirliği yapanların bunu isteyerek yapması gerekmiyor ki. Bakınız ABD.
Ek:
Buradan anladığımız genel durumlar şunlar:
Kimse durumu bilmiyor ve anlamıyor. İpler kimsenin elinde değil. Aynı bölgenin sürekli el değiştirmesi gibi, durumlar da sürekli pozisyon değiştiriyor. Küçük iç savaşlarda böyle olması olağan zaten.
Aydın Selcen’e buradan çok teşekkür ediyorum: İçeriden bilgi verdiği için, genel durumun kontur çizgileri çok çok belli olmuş.
Ayrı düşüncelerde olmamızın önemi yok. Tıpkı AKP ile aynı düşüncede olmamızın öneminin olmadığı gibi.
Yani:
Entellektüel bağlanmaz, bağlanırsa entelejensiya olur.
Yani:
Yaz kitabını çekil kenara Selcen. Bırak, hesabı yarınlar yapsın. Yol daha çok çok uzun henüz.
(12 Mart 2016)




Serol Aksel ve Reha Ülkü: Facebook
S. A. :
Bazen gün içinde yaşadığım olayları nereye koyacağımı bilemiyorum. İşte, sağda solda anlatıyorum ama kesmiyor. Blogda yazı konusu olacak şeylerde değil. Face’le çok alakam yok zaten, toplasan 100 arkadaş var, onlar da çoluk çocuk akraba, smile ifade simgesi. Bazen oraya yazıyorum. Burada hazır okuyacak adam bulmuşken yazayım, diyorum.Yazmazsam sıkıntı yapıyor...
Geçenlerde Samatya’da Akbank fotoğraf ekibiyle çekim yapıyoruz. Her taraf Kürtler’le dolu. Yoksulluk diz boyu... Çocuklar salya ve sümükleri ile kendi hallerine bırakılmış, ortalarda dolaşıyorlar. Kadınlar dar sokağın sağında solunda oturmuş sohbet ediyor, bizi çekmeyin diye uyarıyorlar.
Belli ki uzun zamandır yıkanmamış bir kızı fotoğrafladım. Kız bana öyle güzel pozlar verdi ki aynen bir manken gibi bir öyle süzüldü bir böyle. Çok hoşuma gitti. Sana para vereyim, dondurma al kendine, deyince: İstemez, dedi. Ama ben yine de çıkarıp 2 lira verdim. Kız bana paranın 1 lirasını geri uzattı: "Amca fazla verdin, dondurma 1 lira". Gözlerim doldu. Duygulandım. Çıkarıp bir 10 lira uzattım. Sonra sevinerek uzaklaştı oradan... Güzel bir gündü ...
+
R. Ü. :
Bu olay, 2 paragraf daha eklenince, kısa öykü olur, olmadı yaşam bölümü bloğu olur. Bir de, her yazılan o an yayınlanacak ve okunacak diye bir şey yok. Yazar dediğin günce tutar, ben demedim, Tahir Alangu, Ferhan Şensoy'a dedi, 1966 gibi. Ben dahil tüm yazarlar, belli bir çıraklık döneminden geçiyor. O süreç içinde, notlamalar yapmak, yazıyı geliştiriyor. Aynı notlar, ileride daha geniş yazılara hammadde oluyor. Yazının bu vefakarlığı ve kadirşinaslığı beni çok duygulandırır. Bir de şu var: Hangi türde yazarsak yazalım, yayınlanmadığımız dönem toplamı, yazarlık dönemimizde yarıdan fazla olacak. Ancak, internet sayesinde, özellikle de Blogger'ın şimdilik hep kalıcılığı sayesinde, o metinler muhakkak okurunu bulacaktır. Sizin anınız, burada buldu örneğin. Başka sitelerde de bulur sanırım.
(12 Mart 2016)



Yeni Edebiyat Türleri
1984 başında, sürekli yazmaya başladığımda, yazmak istediğim türü, tümdengelimsel olarak, yani henüz onu yaratmadan önce, ‘erkin anlatı’ olarak tanımlamıştım. Bunun, denemenin yeni ve farklı bir türü olarak düşünmüştüm.
Bir tür deneme-eleştiri sentezi / praksisi olacaktı.
Anlatı, kurmaca alanında değil de, ‘narrowization’ (daraltma) alanında düşünülmüştü. Örneğin, Çetin Altan’ın ‘Al İşte İstanbul’unun başında anlatı yazar. Ancak onlar, güzelyazın ve kurmaca alanında da kalan metinlerdir. Benimkiler olsa olsa, güzel-denemeler ve güzel-eleştiriler olabilir ama lirik-denemeler ve lirik-eleştiriler değil. Onları da yazdım ama onlar geçici dallanmalardı yalnızca.
Tüm bunların hepsi oldu. 1993 sonunda, tek bir satırı bile atılmayacak metinler yazmaya başladım ve bunlar benim için hep erkin anlatı türünde olageldi.
2000’lerde fotoblog çıktı. Blog türünün fotoğraflısı gibi ama metni daha kısa olarak.
2010’larda ‘twitteratür’ çıktı: 140 karakterli öykü olarak.
2015’lerde ‘vineratür’ tanımlandı: ‘Vine video’nun metni ve sinopsisi olarak.
Hemingway’e atfedilen 6 sözcüklü öyküler, bu ikisinin arasında bir yerde kalıyor.
19. Yüzyıl’ın en kısa türü olan, Feneon tarzı çok-çok kısa öyküler ise, bunların hepsinden uzun veya onlar kadar uzunlukta kaldı.
Son 10 yılda bu alan, sınırları tam / kesin çizilmeden, ‘küçürek öykü’ olarak adlandırılıyor.
Altyazılı karikatür gibi, altyazılı fotoğrafın altyazısı var. Bu, 1 cümle – 1 paragraf arası bir metin demek.
Görüldüğü gibi, yeni türlerin çoğu, aşırı kısalık demek.
Artı, melez-tür demek.
Örneğin ülkemizde dikkat çekmeyen ve fazla örneği olmayan çizgiroman metni var. Haydar Dümen’in kendi ‘Cinsellik’ kitabına koyduğu, Turhan Selçuk’un çizgilerine eşlik eden metin var örneğin. Sanırım, çizgiroman serisinin adı, ‘Kadın Kadın Nedir Senin Adın?’ idi. ‘Abdülcanbaz’ın ilk metinlerini de Aziz Nesin’in yazdığı söylenir ama Nesin onları kitaplarına almamıştır.
Klasikleri de çizgiromanlaştırdılar ve bunu yaparken de metni aşırı özetlediler. Bir türden, ‘olay Rusya’da geçiyordu’ oldu.
Yine ülkemizde fazla örneği olmayan, bilgisayar oyunu metni var. ‘Suikastçının Dini / İtikadı’ oyunu, Dünya’nın en geniş çapraz medyası olarak, çok ilginç içeriksel örnekler içeriyor. Örneğin, ABD’nin ilk başkanı Washington’un sırası gelince görevi bırakmadığı ve bir diktatör olduğu örnek-öykü var.
Eski kafalı okurun kabul etmeyeceği çok tür ve alttür örneklendi bu metinde ve bu bilerek yapıldı.
Roman, bilimkurgu, senaryo ilk çıktığında, birer yeni ve farklı tür kabul edilmemişti, bunu anımsatmak için.
Tabii, tüm Dünya edebiyat tarihinde silinip gitmiş çok tür de var. Dolayısıyla, bu yeni türler de silinip gidebilir pekala.
Erkin anlatı’yı tanımlarken bizim kaygımız, var olan türler içinde yeterince okuma yapmış olarak, var olan türlere sığmama durumu idi. Sürekli yazmamızın 32. yılında bile, hala da öyle.
(13 Mart 2016)
Edebiyat Türleri
2000’lerin başında, 60 küsur edebiyat dalı tanımlamışız:
“Edebiyatı; roman (en az 20 altdal: tarihi, nehir, fantazya, polisiye, korku, gerilim, macera, erotik, porno, bilimkurgu, çocuk, genç, aşk; gerçeküstü, bilinç akışlı, dışavurumcu, vb), kısa roman, uzun öykü, öykü, kısa öykü, anı, yaşamöyküsü, özyaşamöyküsü, portre, günce, gezi, deneme, anlatı, düzyazı, monografi, makale, risale, araştırma, inceleme, derleme, alıntı, montaj, kolaj, karma, söyleşi, röportaj, fıkra, kronik, köşe yazısı, haber (en az 10 altdal), eleştiri, polemik, mizah, hiciv, söylence, efsane, destan, epope, fabl, masal, cingıl, mektup, özet, yorum, akademik tez, şarkı sözü (en az 5 altdal), dans librettosu, opera librettosu, anket, çizgi roman metni, şiir (en az 20 altdal), radyo skeci, oyun (en az 10 altdal), senaryo, sinopsis, libretto sinopsisi, belgesel olmak üzere, 100’ün üzerinde altküme olarak tanımlıyoruz.”
Edebiyat, kurmaca olan ve olmayan olarak, temelde ikiye ayrılır.
Kurmaca-dışı’yı edebiyat veya güzelyazın saymayan çoktur.
En çok ürün verilen alanlar ise; güzelyazın sayılan şiir, öykü ve romandır.
Tüm Dünya’da basılan kitaplar toplamı ise; 1985 gibi, edebiyat, insan bilimleri, temel bilimler olarak, kabaca üç eşit parçaya bölünmüştü.
Mektup ve günce, yazmanın hazırlık alanı sayılabilir.
Günce, mektup, öykü; edebiyatın 1., 2., 3. tekil kişi kipi sayılır.
Bu; günce, mektup, deneme / eleştiri olarak da tanımlanabilir.
Günce ve mektuptan uzak durulması ise, dürüstsüzlük olmakta.
Bilimkurgu romanda, 1990 sonrasıki politik gerilimsizlikte, aşırı bir verim ve nitelik düşüşü yaşandı. Bu da bize, yaratıcılığın gerginlikten beslendiğini imliyor.
Okunası yeni polisiye roman yazımı çok zor görünüyor ama İsveç; Wahlöö-Sjöwall, Mankell, Larssen üçlüsü ile, 1965, 1985, 2005 boyunca, yeni ve farklı polisiye roman yazılabileceğini gösterdi.
Dünya tarihinde okunası ilk 100 kitap arasında roman yok.
Tarihi en çok etkilemiş kitaplar, ahlak, din, siyaset ve hukuk alanında. Yani, insanların birbirlerine karşıki davranışları hakkında. Yani insanlar, bunu beceremiyor demektir. Çünkü aşk yoksa aşk romanı yazılır gibi, eksikliği olan konular hakkında yazılı genelde.
100 alanın 3’üne sıkışılıp kalınmasının, bir tür agorafobi olduğunu imleyip konuyu bağlayalım.
Dipnot:
Günümüz ABD İngilizce’sindeki tür ayrımları da burada var:
Metnimizin en başındaki listeye pek benzemiyor açıkçası. Sayı ise daha kalabalık: 200 gibi.
(13 Mart 2016)
Tarih Dersleri: Cihad ve Haçlı Seferi
Ters görünebilir ama önce cihad vardı. 600-1100 gibi. 500 yıl gibi.
Mezhep savaşı da vardı. Sünniler, Şiiler ve Hariciler arasında. Birbirlerine karşı cihadları da vardı. Halife Ali böyle öldürüldü.
Sonra Türkler tarih sahnesine çıktı. Genelde bilindiğinin tersine, Anadolu’yu fetihten uzak duran ama Bizans’ı yenen Alp Arslan’ın 1072’deki ölümünden başlayarak, Anadolu’yu fethettiler, Kutsal toprakları da.
Bu sırada Katolik-Ortodoks ayrışması olmuştu. Roma’nın batışında Hristiyan olan Avrupa, 1100  gibi bile, belki en çok yarı yarıya Hristiyan idi. Doğu ve Kuzey Avrupa pagan idi.
Sonra, Kudüs’ü kurtarmak adına, Haçlı Seferi dizisi başladı:
Katolik mezhebe karşı, Ortodokslar’a karşı, Museviler’e karşı, Müslümanlar’a karşı, paganlara karşı. Artı papalar Hristiyan-Katolik krallara karşı, ülkelerdeki başpiskoposların tayini için.
Papalar Haçlı Seferi’ne katılanlara kafadan cennet garantisi verdiler.
Bu sayede üniversiteler de kuruldu, engizisyon da. Üniversitelerde Hristiyanlık’a aykırı bulunan Aristo’nun eserleri yasaklandı. Onu, taa 1250 gibi Aquinolu Thomas affettirdi Hristiyanlar’a. İlk rönensans da, o zamanlı sayılır.
Bu süreçte dominant olan kültür İslam, resesif olan kültür İsevilik oldu.
1500 sonrasında, durum tam tersine döndü. 2000’lerde de hala böyle.
Hristiyanlar’ın o zamanki durumunda bugün Müslümanlar var. Bugün, Selefilik, Şiilik ve  Sünnilik arasında cihad ve iç savaş var. Hristiyanlık’taki mezhep savaşını durdurdular. Papa ve patrik, iktidar uzlaşmasına vardı, bin yıl kadar sonra (katoliklik ve ortodoksluk arasındaki ilk ayrışma 1054 gibiydi).
Katolik gelenek Latince’yi, ortodoks gelenek Eski Yunanca’yı kullanmayı seçti. Her ikisi de bu dilleri kullanmaya başladığında, 2 dil de ölü dildi.
İslam ise, temelde İran üzerinden Şiilik ayrışmasına uğrarken, Farsça x Arapça ayrışması oldu.
Görüldüğü gibi benzerlik çok.
1950’den beridir ise, Lingua Franca dil İngilizce. Bunun nedeni ABD. ABD’nin İngilizce’yi seçmesinin nedeni ise, eski bir İngiltere kolonisi olması. Yıkılan Roma’nın ardından seçilen Hristiyanlık ve Latince gibi yani.
Papalık, Avrupa’yı öldüre öldüre Hristiyan yaptı. ABD de Dünya’yı öldüre öldüre kapitalist-pazar yapıyor, adı da Evangelizm veya ‘neo-con’luk.
Avrupa 400-1500 arasında işgal ve istila altındaydı, sonra kendisi işgalci, istilacı ve sömürgeci oldu ve 1950’de bu durdu: 1100 yıl resesif ve 450 yıl dominant).
Müslüman Araplar ise, 1100’den beridir işgal ve istila altındalıar: 500 yıl dominant, 900 yıl resesif.
Bugün, Avrupa’da özgün halk ve Müslüman olarak, Boşnaklar ve Arnavutlar var.
Bugün, Asya’da özgün halk ve Hristiyan olarak, Gürcüler, Süryaniler ve Ermeniler var.
Amerikalar’a 400 yıl boyunca tek bir Müslüman sokulmadı. Avrupalılar / Hristiyanlar derslerini iyi almışlardı. 20. Yüzyıl’da Surinam’a Müslüman Hintliler’i aldılar, onlar da askeri darbe yaptılar.
ABD’nin bugünkü Hristiyanlık’ı sallantıda. Çok fazla anti-YMCA nüfus aldı.
AB ise, büyük-büyük hata yapıp, çok fazla Müslüman nüfus / göçmen aldı. Bu, çoktan yeni Kavimler Göçü oldu bile.
300 + 500 milyon (ABD + AB) nüfusta, % 10 olmak ve sorun yaratabilmek demek, 80 milyon Müslüman olmak demek. Bugün ise, toplamda 10-15 milyon Müslüman var oralarda. Hristiyanlar yılda % 0,5 azalsa, Müslümanlar % 1,5 artsa bile, yeni göçmenler hesaba katılınca bile, önümüzde 50 yıl daha var demektir. O dönemde de, gıda, global ekonomi, su ve enerji krizleri Dünya’yı vurmuş olacak. Nüfusu azalanlar ise, Hristiyanlar değil, Müslümanlar olacak.
Yine de, tam bir itiş-kakış olacağı kesin.
Haçlı-Cihad itiş-kakışı da, Taliban’dan IŞİD’e uzanan çizgi oluyor.
Hristiyan neo-iç savaşı da, ABD’lilerin her yıl kendilerinden öldürdüğü 1.500 kişi oluyor.
Hep diyorum:
Eksik olan tek şey, neo-Hasan Sabbah: 20 kilo izotop-kobalt ile 20 AB ve ABD büyükkentini yaşanmaz duruma getirecek yalnızca.
Yardım gelirse de, o ABD’lileri öldüren ABD’lilerden gelecek.
Yoksa Araplar, bin yıl daha küllüm mafiş. Hoş, onları Hasan Sabbah bile rönesansa sokamayabilir, ayrı konu. 1 trilyon dolarlık petrol geliri bile yüzyılda sokamadı çünkü.
Gerçeğin çölüne hoşgeldiniz.
(13 Mart 2016)
Merkez bankaları global sosyalizm yaratacakmış
Cehalet insanı söyletiyor işte...
Bunu söyleyen kişi, küresel piyasalarda 'Doktor Kıyamet' olarak bilinen ünlü yatırımcı Faber imiş.
Oysa olan şu:
Özel şirketlerin batırdığını, devlet toparlıyor.
Muhafazakar geçinen neo-liberallerin batırdığını, çakma neo-sosyal demokratların toparlaması gibi.
Alınlarında, 32 punto ‘keriz’ yazıyor çünkü.
Aynı zamanda olan şu:
Bildimiz eski devlet kapitalizmi geri döndü.
Son 36 yıllık neo-liberalizm oyunu, kendi sözünü ettiği kurallara kendi uymadı ve devletten aşırı yardım, teşvik ve destek aldı.
ABD’de ve AB’de en az 1’er trilyon dolar devletlerden çıktı.
Eskiden bunun adı, emisyon arttırma ve karşılıksız para basma idi. Şimdi devlet tahvili ve bonosu oldu.
Oyun aynı oyun ama:
Keriz silkeleme...
Yani:
Devlet bankaları keriz silkeliyor artık...
Bunu eskiden Dünya Bankası ve IMF yapardı.
Faber şunları da söylemiş.
"Merkez Bankası’lar, varlık alımlarının işe yaramasıyla ilgilenmiyor, kendi prestijleri ile ilgileniyor. İşe yaramasa da, bu ilacı artırmaya devam edecekler. Er ya da geç, tüm devlet tahvillerini alacaklar, tüm şirket tahvillerini, tüm hisse senetlerini alacaklar. Konut piyasası çöktükten sonra, tüm evleri satın alacaklar ve hükümetler her şeyin sahibi olacaklar. Bu, sosyalizme giden yol."
Cahil işte.
Ne Ricardo biliyor, ne Keynes, ne de Marx.
Doğrudur, devlet ve merkez bankası ekonominin çökmesine izin vermeme eğilimindedir, sonuçta iktidar refleksi olmakta bu. Ancak bu, bir zorunluluk değil. Almanya, epeyi özel şirketin çökmesine izin verdi, ABD daha az ama yine de verdi.
Herşeyin sahibi devlet olsa bile, Japonya’nın 100’er dolar dağıtması veya İsviçre’nin herkesi bedavadan maaşa bağlaması durumu olur.
Bildiğimiz Monopol oyunu yani. Başa geri dönülür.
Zaten ekonomi, bildiğimiz birikimin döngüsüdür. Buna sömürü de deniyor, artı-değer aktarımı da, Gini katsayısı da...
Ancak, neo-liberallerin ve Dünya Sistemi’cilerin varsayımının tersine, kümülatif birikim sürekli sürmez.
Ekonomi, her 10 yılda bir sıfırlanır ve/ya amortisman % 10’dur.
Bu, sanal ekonomi için de böyledir. Özellikle de, azalan girdiler bölümüne geçilmişse, amortisman % 20 bile olur. Vade 5 yıla düşer o zaman da. Krizin vadesi yani. ABD de, 5-6 yılda bir krize ve regresyona giriyormuş zaten.
Deniz bitti veya kapitalizm bir kez daha kendini ve Dünya’yı çökertti.
Tabii ki oyun yeniden başa sarılacak. 1929’da bile sarıldı. Oyuncular sıfırlanacak ama. Tasfiye edilecekler yani. Yenileri sahaya girecek.
IMF’nin ve Dünya Bankası’nın tasfiye edildiği gibi...
Merkez bankalarını devreye girdiği gibi...
Yeniden küçük sermaye birikimine ve kooperatifçiliğe döneceğiz.
Kapalı, yalıtık, yerel, küçük ekonomilere...
Kendine yeterliliğe...
Eksilenen artı-değer ve sömürü aktarımına...
Azalan bilim, sanat ve düşüne...
Yani, Yeni Orta Çağ’a...
Gerçeğin çölüne hoşgeldiniz...
(14 Mart 2016)
Katliam Akşamı Reytingin Zirvesinde Survivor
Öyle imiş:
2 kere stadyumlarda ıslıklanan, terörde ölenler için saygı duruşu...
Bir anne feryat ediyor:
“Eğer oğluma bir şey olduysa, yıkarım bu memleketi.”
Başkalarının oğulları ölürken, bu memleketi yapıyor muydu?
Noluyoz lan?
... demeyeceğim.
Diyorum ki:
Noolduk lan?
Bu, toplama kampındaki, sağ kama öncelik sırasının ilk 7’de 7’sini, kişinin kendisine ayırması değil...
Bu, inkar kültünün genelleşmesi...
Bu, bana dokunmadan batan TC, bin ölsün...
Bu, 3.333 İstanbul...
Bu, gidene ağam, gelene paşam...
Maçları da boşverir, Yılmaz Morgül’ün kağslarını seyrederiz ailenecek...
Dipnot:
Başlığın açıklamasının şöyle olması da içler acısı:
“Ankara’da 37 kişinin yaşamını yitirdiği saldırıyla ilgili zaman kaybetmeden gelen yayın yasağı haber kanallarının görüntü ve bilgi paylaşmasını engellerken, üç izleyici grubunda da en çok izlenen program, Tv8’de yayınlanan ‘Survivor’ oldu.”
E, televizyonu kapatın, Hasan Mutlucan dinleyin o zaman, medya bağımlısı ey Türk halklarımız...
Bir sonra dinleyeceğiniz de, kendi cenaze marşınız olacak.
Dipnot:
Patlamayı izleyen gece ‘Survivor’ yayınlanmadı deniyor ama aynı gündüz, eski de olsa, bölümler yayında vardı. Yasak savma yani. ‘Aazz sonra’ yeni bölüm yani.
(14 Mart 2016)
Bu durumda halk istifa etsin
Bu saptama Ezgi Başaran’a ait.
Ve de cuk oturmuş.
Metninin devamı ise feci abuksuyor. Oraları geçelim. Yorum da yazmayalım.
Tarihsel büyük çıkmazlarda, halkın yapması gereken tek şey, istifa etmektir gerçekten.
Ve fekat halk, asla ve kata istifa etmez.
Toplama kampından da istifa etmez, atom bombasından da.
Toplama kampından sağ çıkanlar, İsrail toplama kampların üretti; hiçbir Hiroşima’lı veya Nagazaki’li de, imparatorunu al aşağı edemedi.
Ve fekat halk, tam tersini yapar, tarihe ve duruma bağlanır.
Ki zaten açmazları imal eden halkın kendisidir.
AKP’nin açmazlarını da halk imal etti.
Durumun Temmuz 2015’ten beridir buraya geldiği de belli.
Daha beter yerlere de gideceği şimdi belli.
Ümmi mümmi ama halkın oy hakkı var: Oy sorumluluğu da var, oy yükümlülüğü ve yargılanabilirliği de var.
Dolayısıyla halk, tarihten ancak kitlesel yok oluşlar ile istifa edebilmiştir.
Sıra, Anadolu’ya girişten bin yıl sonra, Anadolu halklarında.
Haydi kalkııyoor, mezarlığa bir kii...
Krematoryum sapağında inecek vaar...
Gaz duşlarımız var, Sobotta Atlası’mız var.
Alı verelim, koyu verelim...
(15 Mart 2016)
32 Kısım Tekmili Birden Terör: ABD bu kez tarih vererek uyardı: 20 Mart'ta terör saldırısı olabilir
Nasıl ama?
Fıştığı da yanında:
“Türkiye'nin kendini savunma hakkını destekliyoruz."
Tavşana kaç, tazıya tut.
Kaç Apo kaç.
Aport TC aport.
Bu arada bin TC vatandaşı (hangi?) cenneti boylamış, kimin umurunda?
1’den sonrası istatistik zaten.
Bu arada blogcular, hislenmekle ve hıslanmakla meşgul yazılar döktürüyorlar amcası...
Halk desen, istifa edemedi gitti.
Hibino hakem de maçı sattı.
Da, kim kime nasıl şike yapıyor, o biraz karışık...
(15 Mart 2016)
KCK: Ölüm kalım mücadelesi veriyoruz, artık savaş her yerde olacak; Erdoğan'ı devirmek istiyoruz!
Varlıklarının sürmesinin AKP’ye ve Erdoğan’a bağlı olduğunu unutmuşlar, bunu söylüyorlar...
Bu yeni durum, PKK’nin son noktaya gelişinin ne ilki, ne de sonu olacak.
ABD ve AB, PKK’yi kullanıp kullanıp rafa kaldıracaklar.
Onlar da, dilleri dışarıda, ‘Kürdistan’ı ha kurduk, ha yitirdik’ olacaklar.
Barzani, onları solladı geçti çoktan oysa.
Yine kaldılar Rusya’ya.
En son Putin Amca, KGB’li iken, Apo’yu Moskova’da ağırladıydı, 1998 sonu gibi. 20 yıl olacak neredeyse: Özlemişlerdir birbirlerini...
(15 Mart 2016)
Putin Çalım Attı
Ve Suriye’den çekilmiş gibi yaptı.
Şimdi yesinler birbirlerini...
Sonra, yeniden ‘kurtar bizi baba’ durumu olur. Putin’cikleri onları bir daha kurtarır.
Putin, Rusya’nın hala  no olduğunu kanıtladı mı/
Evet.
Arap Baharı’nı istop ettirdi mi?
Evet.
ABD düşmanlarının çeyreği veya yarısı Rusya sempatizan olacak mı/
Evet.
Daha önce de olmuştu zaten.
Yani:
Putin, yalnızca idrar molası aldı.
Hesap kitap yapacak bir de.
O da, savaş meydanında salim kafasız yapılmıyor.
(15 Mart 2016)
Hacker’lar Bangladeş Merkez Bankası'nın 101 milyon dolarını çaldılar
Bir haber:
“Yetkililerin verdiği bilgiye göre, bilgisayar korsanları, sunucularına sızdıkları Bangladeş Merkez Bankası’nın ABD’deki hesabından 950 milyon dolarlık transferi öngören 35 ayrı talepte bulundu.
Taleplerinin ilk dördü kabul edilen hacker’lar, 101 milyon doları Filipinler’deki banka hesaplarına aktardı.”
Bu, bana ‘Neuromancer’daki benzer bir numarayı anımsattı: Sorun, korsanlar en yeni modelleri bile korsanlarken, 3. v4. Dünya ülkelerinin bilmem kaç model eski sunucular kullanıyor olması ve onların da korsanlanalı bilmem kaç yıl geçmiş olması gerçeği var.
Peki, sonuç ne olmuş?:
“Bangladeş Merkez Bankası Başkanı Atiur Rahman, Banka'nın New York Fed'de tuttuğu hesaptan 101 milyon doların siber korsanlar tarafından çalınmasının ardından istifa etti.
Rahman'ın istifası Başbakan Şeyh Hasina Vecid tarafından kabul edildi.”
Üzerine bir kaza namazı kılarlar artık.
Tabii ki korsanların adlarının bile saptanamadığını söylemeye gerek yok.
Aynı şey, bizim TCMB’nın başına gelse, ne olur acaba?
Başkan istifa eder mi?
Bir de şu var:
Geriye kaldı 100 ülke merkez bankası...
(15 Mart 2016)



Necip Kural İçin
İlkokul ve lise arkadaşım Necip Kural’ın hem akıncı, hem ülkücü sayıldığını 15 yıldır biliyorum ama uzun zamandır internet araması yapmamıştım bu konuda.
Kayıttır.
Ülkücü şehit olarak:
Akıncı şehit olarak:
Murat Mercan’ı ve Ensar Gül’ü düşününce, bu adam yaşasaydı, başımıza epeyi bela olcaktı diye düşünüyorum.
(15 Mart 2016)
Fan, Trol, Stalking / Stalker
Fan, bildiğiniz ‘hayran’ demek.
Trol, internette kişileri veya konuları abartarak kullanıp, insanları kullanmak demek.
Stalking, yeni anlamıyla, bir insanı internette takip altına almak demek.
Stalking, eski anlamıyla, bir insanı, genelde hayranı olarak, çok rahatsız etmecesine takibi altına almak demek. Bu anlamıyla, sevdiği grubun peşinden şehirlerarası, ülkelerarası, kıtalararası gitmek demek.
Bu anlamıyla slaktivizm de stalking oluyor. 5 kıtada sivil toplum mitinglerine katılmak başka türlü açaklınması zor bir durum.Ki bu da, internet davranışları gibi, son 20 yılın davranışı.
Yani, hepsinde çığ etkili viralite var.
Ondan önce de zemberek etkili viralite.
Açımlaması:
Günümüz yaşamı, insanı aşırı standart bir yaşam sürdüğünün bilincine vardırabiliyor. İnsanlar da, farkılılık olsun diye, bu 3 davranışı gösterebiliyor ama bu da konfeksiyon davranış olmuş olalı çok oldu.
Burada sorun, hayranlığın boğuculuğa vardığına hangi noktada karar vermenin zor olduğu.
Bir de trollüğün, hayranlıktan mı, gıcıklıktan mı ileri geldiğinin kimi anlaşılaması. Sonuçta, işin içinde aşırı ironi var.
Ancak bizcesi iş sonunda, Museviler’in sarı yıldızla imlenmesine varıyor. Fan da, trol de, stalker da, kurbanını çaprazla işaretlemiş ve tebeşirlemiş oluyor çünkü.
Dipnotlar:
Bir:
‘Stalker’, Tarkovsky’nin filminde kullandığı anlamıyla, ‘iz sürücü’demek ve bu da epistemik / informatik / kognitif bir kavram ve davranış.
Oysa, başlıktaki 3’ü de anti-epistemik / anti-informatik / anti-kognitif birer davranış.
70 küsur yıllık Bilgi Çağı’nda, çağdaş insanların % 99,99’u böyle davranıyor.
İnternette ve siberuzayda bile. Örneğin hiç kimse, Wikipedia’da en yeni bilimsel kavramları, örneğin yerçekimisel dalgaları aramıyor. Konu haber olunca belki arıyor ama modası geçince aramıyor.
Açmaz da burada zaten.
İki:
Pozitif duygunun oldukça negatif sonuçlara varabileceğini de imliyor bu fay hattı. Sevdiğin kişiye zarar verdiğinin bilincinde olamıyorsun yani. Bunun eski ve arabesk formu, ‘seni sevmeyen ölsün’ ve ‘benim olmazsan, toprağınsın’ olmakta.
(15 Mart 2016)
15.03.16, 18:30.
Açmazda Duyumsamalar
Son 5 yıldır buraya gelmekte olduğumuzu önceden duyumsuyordum. Buraya geldik sonunda.
Savaşlar ve terörler birarada.
Sorun ölüm değil, sorun kültürel duvar.
Çok basit:
Osmanlı, 1977 gibi açmaza tam girdi. 1932’de işler düzelmişti desek, 55 yıl ediyor. Arada da milyonlarca kişi öldü ve göç etti. Üzerine bir de Osmanlı borç takıp battı.
Araya da, 1914 1. Dünya Savaşı, 1929 Global Krizi, 1944 2. Dünya Savaşı girdi fazladan.
Cumhuriyet, 1983-2013 gibi açmaza girdi. 55 yıl desek, 2038 eder, o da benim 78 yaşım ve 22 yıl daha açmaz eder. Küllüm mafiş yani. Üzerine bir de Cumhuriyet borç takıp gitti.
Araya da benzerleri girecek, giriyor ve girdi bile.
Bütün olay şu: %o 1 için, %o 999 küllüm mafiş oluyor. Bu, sömürü değil, katliam. Ve katledilenler de, pay alacağım derken, bir biçimde, kendi katledilmelerine katkıda bulunuyor. Ve artı, kaçmayı akıl edemeyen Museviler gibi davranıyor.
Dolayısıyla, benim gibi 7 milyarda 1 kişiler, kalabalığın içinde sıkışıp kalıyor. Herkes, ilgisiz yönlere koşuşturuyor çünkü.
Hesapça, 80 milyonda 80 veya 800 bin aklı başında kişiyiz. Onlar, kitleden berbat durumdalar. Abuksuyorlar. 55 ve 65 yaş kuşağındalar, bunamış durumdalar yarı yarıya bir de. Kitleden farkları, daha yavaş davranıp, daha çok yol tıkıyor olmalarında, çünkü yaşlılar ve hantallar. Bir de, eline ayağına sarılıp, seni engelliyorlar.
Kenara veya tenha bir köşeye çekilemiyorum. Ki turistik, ılık iklimli, vd bölgeler de, bomba tehdidi altında.
Kendimi, kesime günü yaklaşan kurbanlık koyun gibi duyumsuyorum. Bundan, çıplak derililiğimin de payı yüksek ama artık en salaklar dışında herkes duruma aydı ve panikledi.
Sorun, yalnızca AKP’nin 10-20 yıl daha başta kalmaya ısrarı değil. Sorun, ahlaki, siyasi, dini, hukuki kilitlenme. Devlet yok, toplumun öz-dengesi de yok.
Her türden abuk sabuk davranış, sübyancılık, ayaktakımının sivil terörü, kitlenin yönsüzlüğü, çok artmış durumda.
Oluruna bırakmamayı arzu ederdim. Yapabileceğim başka hiçbirşey yok.
Yazmak hariç.
Bir de, klasik arazi olma durumu hariç.
15.03.16, 18:50.
‘Shit-Will-Age İstanbul’ Notu
‘Shit-Will-Age’, ‘İstanbul Banalite Atlası’nın ve ‘Lümpenlerin İstilası’nın tamamlayıcısı / bütünleyicisi olarak, bir üçleminin üçüncü cildi olmakta idi.
Sanırım, artık yaklaşık bir kitap oldu. (Sözü geçen sürede 47 parça varmış, sonradan saydım.)
Bu da, üçü birden toplamda için, çok değil kabaca 2 yıllık bir süre demek: Mart 2014 – Mart 2016. (2014 (09-12 daktilolu) metinleri içinde, ‘Shit-Will’ parçası yokmuş, sonradan not.)
Kubur ve kabir bir büyükkent’in ve zamanının kültürünün nabzının kaydı oldu bu üçleme.
1930’ların kaydı, marksist estetikçi üstadların (Adorno, Brecht, Lucas, Benjamin) metinleri, 1. Dünya Savaşı ve 1929 Global Ekonomik Krizi ertesiki ve 2. Dünya Savaşı öncesiki kayıtları demek: Geçmiş hakkında yazarken, bilmeden gelecek hakkında yazdılar: Kafka’nın ‘Ceza Sömürgesi’si ve ‘Açlık Şampiyonu’su gibi.
Şu ya da bu biçimde, (günce mektup olarak) onların öznel kayıtları da elde var.
Çift destekli kayıt yani.
Biz, benzeri bir durumu, 2010’larda yaşamaya başlamış olduk.
Öncül ve sonracıl 2 dünya savaşı ve artı 2 dünya devrimi olasılığı yok ortada. Onun yerine, birçok savaşçıklar ve devrimcikler, sözkonusu oldu, oluyor ve olacak.
Dünya’da devletlerin sayısının artışı, daha çok 1960’larda başladı. Eski sömürgeler bağımsız oldu. Sanayileşti ve kentleşti.
1990 sonrasında, benzeri bir devlet sayısı artışı silsilesi daha oldu.
Yani, Dünya Sistemi açısından baktığımda, öne ve arkaya kayan, kümülatif etkilemeler ve etkilenmeler sözkonusubu momentte.
Sorun, 1945’te AB için ortaya çıkanın, 2015’te ABD’yi de katarak, tüm Batı ve dolayısıyla Dünya için ortaya çıkması:
Bilim, sanat ve düşün kaput.
Ki bu da, başka bir yeni Orta Çağ göstergesi.
Yoksa, savaş, kriz, darbe, şu bu hep var ve var da kalacak. Hani, ‘dengeli / geleneksel dönem’ denilenler bile öyle idi zaten.
Bu durumda, geriye maalesef yalnızca maddi uygarlık kalıyor: ‘Ye, iç, mala vur’, zaten benim öküz halklarımın ezeli ve ebedi şiarıdır. Bir halta da yaramaz, yaramıyor da, yaramamıştır da, yaramayacaktır da.
Çürüme, fermentasyon, parçalanma, harmanlanma, melezlenme kalıyor geriye.
Hindistan ve Brezilya için bunda kritik eşiği geçmek ve yeni sentezler bulmak, 50 yıl daha alabilir, en kolay ve yakın olasılık olarak.
7 milyarda başka aday ülke de yok. TC dahil.
İşte, bunları gözleyerek yazmak ve yazarken de, intihar etme dozuna gelmeyecek kadar yüksek bir mizah dozu yakalamak çok çok zor. Beni çok yoruyor örneğin.
Başa gelen çekilecek ve yazılacak ama.
4. veya daha çoğuncu ciltler olur mu bilemem.
Yazarken, günceler dışında, en çok Acı çektiğim ve aynı zamanda en çok güldüğüm metinler, bunlar oldu.
Tam kabir ve kubur yani: Feçesli mezar yani.
Biri senin mezarına sıçarsa, Acı da; sen kendin kendi mezarına sıçıyorsan, komik yahu.
O nedenle ‘Shit-Will’: Bok iradesi, arzusu, yönelimi.
15.03.16, 19:50.
Yazmasaydım, Ne Olurdu?
Aslında soru şu:
1984-2015 arasında, 14 bin parça ve 35 bin sayfa yazmasaydım, ne olurdu?
Soruyu tersine çevirelim:
Sinema yapabilseydim, bu kadar yazar mıydım?
Hayır.
Bilimkurgu roman yazabilseydim, bu kadar yazar mıydım?
Hayır.
Modern dans sahneleyebilseydim, bu kadar yazar mıydım?
Hayır.
Sözü geçen her alandaki 1 eser, 90-180 gün, 5/7 gün tempo ile, günde en az 8 saat çalışmak demek. (Sinema ve modern dans, üzerine bir de başkalarıyla çalışmak demek.)
Oysa aynı sürelerde, günde 4 metin ve 10 sayfadan, 360-720 metin ve 1.440-2.880 sayfa yazmış olmam mümkün. Ki bu da, 10-20 kitap demek.
Değmezdi yani.
Ama bunu şu an söylüyorum.
Yoksa, ‘İsimsiz’i sahnelemiş olmak isterdim, en az bir örnek niyetine.
‘Tsunamide Sörf’ü roman olarak bitirebilmiş olmak isterdim.
‘Tsunamide Sörf’ü film yapabilmiş olmak isterdim, dijital-film olarak.
3 güzel proje için de, 30-60 kitap yazılmamış olurdu ki arkalarından gelecek yorgunluk-boşluk süreleri hariç.
1993 sonundan itibaren bu kadar yazmasaydım da olurdu.
35, 100, 200 kitap idi zirve koyutlarım. 250’deyim şu an.
Ancak, 1974-1983 ve 1984-1993 verimsizlikleri de çok yorucuydu, yazının çıraklık ve kalfalık dönemleri yani.
Gençliğim gitti yahu. 20 yıl yahu.
Ancak gerçek şu:
Benim yazmadığım hiçbirşey, benim dönemimde yazılacak değil, yazılmadı da.
Sansürlediklerimi ve pas geçtiklerimi özellikle katıyorum buna.
Ancak, alıntılarımın gösterdiği üzere, parça düzeyinde kristal doğruları yakalayan da çoktu ve birçok şeyi onlardan öğrendim.
En son Aydın Selcen örneği ortada: Ben kestirimlerle yazdım bir sürü şeyi ve gördüm ki adamın yaşadıkları, tıpatıp benim dediklerim gibi ama onunki kanıtlı ve içeriden kayıtlı. Ama o benim yazdıklarımı okusa, katılmayacak, çünük yaşadıklarının anlamının o olduğuna ayamıyor.
Bu, sürekli ayma ve intikal etme durumu, kişilik yapımı çok değiştirdi.
Zaten şizofreniktim ama hep başkaları oldum. Ve bu da, şizofrenimi arttırdı.
Belleğimdeki yaşamlar, kişisel yaşantımı üsselce aştı. Sürekli anı okudum çünkü. Ki bu da şizofreni demek.
Tüm yarım şu:
Onlar yabancılaarak özdeşleşti, ben özdeşleşerek yabancılaştım, aştım ve uzaklaştım, içimde yolculuk yaptım.
Yazmasaydım, 20’li yaşlarımdaki saftirik Reha ynen sürerdi gibime geliyor. Çok temiz kalpli adamdım ben yahu.
Ama yazmayıp, o kadar aptal kalmak beni çok üzerdi. Seziyordum aptallığımı ama sözcüklere hakim değildim. Fikir var, ifade yok idi.
Şu an için ise, yazacak bir şey kalmadı sanırım.
Çünkü, yazılacak ve yaşanacak durumu, ben epeyi önceden, gelecekbilimle yazıyla zarflayıp, dış sınırlarını tanımlamıştım. Sürpriz falan da ummuyorum.
Yazmasaydım, yazamazdım.
Yazdım ve dolayısıyla yazmayacağım veya yazacaklarım artık çok çok azaldı.
Son 2 tümce, çok ilginç bir momentimi imledi.
Yani:
Yazı, libido, tarih verilerimin beni beslemeleri limite geldi. Çevresindeki hidrojenin tümünü kullanan bir yıldız gibi oldum.
Artık, bir yalnız-usta olarak, tuhaf bir yalıtıklık içindelik ama çekimime kapılıp bana yaklaşanları yutmama çabası gibi, yeni bir evrede kaldım sanırım.
Bu, Dünya’ya sesimin ve yazdıklarımın ulaşması da demek. Tarih, öyle söylüyor.
İnsanlarla aramdaki mesafenin artması da demek ki zaten çok uzaktalardı.




Tenis, Şike, İddaa
Bir haber:
Dünya tenis sporu kurumları olan, ITF, ATP, WTA girişimiyle kurulan TIU, son 10 yılda, Dünya sıralamasındaki ilk 50 tenisçiden 16’sı hakında şike iddiasını gündeme getirdi ama araştırma yapılmadı.
En başından beridir, aynı şeyi söylüyoruz:
İddaa türü bir düzenleme, her tür şikeye açık kapı hazırlamak demektir. ‘Bilmem ne zaman, bilmem ne olacak’ bahisleri var. ‘Oldururuz abi’ oluyor tabii ki.
2007’den beridir, Dünya’da faiz ekside. 60-70 trilyon dolar da açıkta para var. Bu durumda, % 5’lik bir getiri, yani 1,05’lik bir İddaa oranı bile, büyük para getirisi demek.
Her gün, neredeyse her saat bahis konusu var.
Küçük paralarla oynatıp, kamufle olmak da mümkün.
Dünya bahis piyasası, yılda 100 milyar ila 1 trilyon dolar imiş.
(Türkiye için bu, yıllık 10 milyar dolar demek.)
İçki, kumar ve seks, her zaman para demek. Özellikle, boştaki paranın yarısı mafyanın iken. Özellikle devletler mafyalaşmış iken.
Bu arada, sözü geçen miktarın, parasını rahatça harcayabilir olan 1 miyar kişi başına yalnızca bin dolar ettiğini, Bunların gelirlerinin ise, yıllık 50-100 bin dolar olduğunu da belirtelim.
Yani, alan razı, satan razı.
Sonuçta, tersten bakılınca, devletlerin yaptığının da farkı yok:
2 toplayıp, 1 dağıtıyorlar. Onunla da silah alıyorlar.
Nasıl ama?
İnsanların kumar zevki, savaş finansmanına yatırım oluyor.
Dön baba dönelim, cehenneme gidelim.
Bu arada maliye, şike parasının bile vergisinin peşine düşebiliyor.
Çook Müslüman’ız canım, çookk...
(15 Mart 2016)
16.3.16, 10:45.
2 Tuhaf Rüya
Dün gece, atlamalı / aralıklı birkaç rüya boyunca, bu yıl Oscar alan yönetmen İnarritu ile Ankara’yı dolaştım. İnsanlar onu tanımadılar. Bana yol sormuştu. AFL içerikli bir rüya idi. Rüyamda, bir gece önce Ankara’ya gitmiş, akşam İstanbul’a dönecek idim. Ankara’nın topografyası hakiki değildi. Sinema hakkında konuşmadık. Biraz yemek hakkında konuştuk. O, başıboş olarak geziyordu, ben otogara  ulaşmaya çabalıyordum. Bu ‘Ankara’da yol bulamama’, rüyamda ve gerçek yaşamda başıma gelmiştir.
3 gece önceki rüyada da, Rumelihisarı’nda bir mason mezarlığı vardı. Hisarüstü’nden Hisar’a dikine inen 2 yolun karışımı olan bir yolda, inişte solda idi. Mezarlık ağaçlıklı değildi. Mezartaşları görünüyordu.
Bu 2 rüyanın anlamı ne? Anlamı var mı?
Bu sıralar, bu türden aşırı absürd-ötesi rüyalar görüyorum. Gerçek yaşamda, daha öncekilere benzemeyen kalıcı ve sürekli bir stres altındayım. Belki o duygu tabanı / fonu / geribeslemesi, bu türden rüyaları yaratıyordur.
Psike Art Seyir Defteri
Daha önce de notladım ama derli toplu elimde bulunsun diye, bir izlek notlayayım dedim.
Psike Art yazarları süslü laflar etmeyi pek seviyorlar. Bir de, sözün gelişine çakmayı pek seviyorlar. Bunların ikisi de, yazmanın nasılına yönelik 2 ipucu.
Oysa Psike Art, yazmanın ‘ne’siyle daha çok ilgili olmak durumunda. Çünkü, sanatın değil, bilimin konusunda seyrediyor.
Aranot: Sanatçıların bilimde alaturka çuvallaması ile ilgili örnekleme ve seyir defteri yazılmak istenseydi,  Psike Art buna 100 metinde, 1.000 paragraf örnek-katkı yaratmış sayılırdı.
Buradan vardığım genel sonuç ise şu:
Türk yazarları, yazdıklarının kültürel ve tarihsel bilincinde değiller ve hesap sorulunca ve yargılanınca çok bozuluyorlar.
Faşist olsalar bile, Lili Marlene olmak değil, faşist olduklarının söylenmesi, onları daha çok rahatsız ediyor.
Bu, inkar kültünün bir biçimi demek.
Bu, alaturka epistemik faşizmin bir biçimi demek.
İmlemiş olduk.
(16 Mart 2016)
Shit-Will: Konular
Başlıklar:
Popüler kültür: yeni Türk filmi akımı dönemi (seyirci artışı gibi)
X : karşılaştır-karşıtlaştır
Gündelik yaşam örnekleri:
Bir: İnkar kültü,
İki: Alaturka seçmen: vicdanı sağda, cüzdanı ortada ve oyu satılık,
Politika: 4 / 4 sağ parti
Özel makro vaka 1: Kavimler göçü
Özel makro vaka 2: Neo-terör dalgası
1980 neo-liberalizminin sonu: 2013-2015 sonrası, 2007 krizi sonrası
Ekonomi: 1980, 1987, 1994, 2001, 2008, 2015 alaturka ekonomik krizleri + ABD’nin 5-6 yıllık peryiodlu regresyonları; eski / yeni / yeni-eski ekonomik parametreler akışı,
+
Anekdot derleme: Gözlem, aktuel, gerçek, yaşam
Anekdot ilintileme: Kuramlama praksisi
Kavramsal çerçeve: Neo-alaturka faşizmin taslağı: Kuram ve praksis
1072 dönemi ile karşılaştır-karşıtlaştır
+
İstanbul Bayağılık Atlası, Lümpenlerin İstilası ve Shit-Will’in iç – ara ilintilerinin 3’er 5’er paragrafla açımlanması uygun.
Örneğin: Lümpenlerin İstilası, iç ve dış lümpenlerin nüfus hareketleri ile ilintili. Bu ise, neo-Kavimler Göçü’nün küçük ve Türkiye ilgili bir bölümü.
+
Not: Eğer yapılabilirse, anekdotların Shit-Will ile ilintili olanlarının altına not düşülsün. Aslına bakılırsa, anekdotların 1.000 (bin) tane ve 4-5 ciltlik kitaba dağıtılmış olarak derlenmesi gerekli. Ciltlerin biri de, Shit-Will olacak. Yalnızca öylesine denk gelinmiş ve birbiriyle ilintisiz-anekdot olan 1 cilt de olacak.
+
Çıkış soruları: 4. veya daha çoğuncu ciltler olacak mı? Birer veya daha çoğar alternatif öykü sonu yazılacak mı?
(16 Mart 2016)


Bir haber:
“Bugünkü sonuçlarla Sanders’la arasındaki delege farkını iyice açan Clinton, (467’si süper delege) toplam bin 561 delegeye ulaşmış durumda. Buna karşılık Sanders (26’sı süper delege) toplam 800 delegenin desteğini aldı. Partinin adaylığını kazanabilmesi için ikiliden birinin 2 bin 383 delegeyi hanesine yazdırması gerekiyor.”
Öbür tarafta da Trump önde gibi.
“Cumhuriyetçi Parti kanadında yapılan ön seçimlerde ise, Florida ve Ohio büyük önem arz ediyordu. Bu iki eyalette seçimi kazanan aday adayının tüm delegeleri alacağı (winner-take-all) yerler olduğu için hem Donald Trump, hem de rakipleri açısından hayati derecede önem taşıyordu. Partinin Temmuz ayında yapılacak kurultayına Florida 99, Ohio ise 66 delege gönderecek.
Emlak zengini Donald Trump, Florida’daki kritik yarışı önde tamamladı. Oyların yüzde 45’ini alan Trump, böylece eyaletteki 99 delegeyi hanesine kaydettirdi. Trump’ı yüzde 27 ile Rubio, yüzde 17 ile Teksas Senatörü Ted Cruz ve yüzde 6 ile John Kasich takip etti.
Memleketi Florida’daki yarışta Trump’ın gerisinde kalan Marco Rubio, bu sonucun ardından seçim kampanyasını askıya aldığını duyurdu.”
Bana öyle geliyor ki Cuhuriyetçiler, Trump’ın önünü kesmek için, çaktırmadan Clinton’u destekler gibi.
Ancak şu da açık:
Dış politikada her ikisi de açıkseçik değil.
İç politikada ise, gelen ekonomik regresyonu ikisi de kesemez. Bu açıdan aday olarak, her ikisi de kendilerine zarar vermiş oldular. Batan geminin kaptanı olmak pek iyi bir şey değildir.
Batan gemiyi yönetecek kaptan olmak, imkansıza yakın zorluktadır çünkü. Felaket yönetimi uzmanı danışmanlar gerektirir ve ABD’lil danışmanların tümü de felaketi yadsıyorlar, onu kendileri yaratmış olsalar bile...
Dolayısıyla, 2016-2024, özellikle de Putin bu sürede tümüyle Rusya’nın başında olursa, Dünya’nın pikeye geçtiğinin kabul edildiği dönem olarak tarihe geçecek gibi.
Eh, Nasreddin Hoca hesabı:
Seyreyle gümbürtüyü o zaman...

(16 Mart 2016)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder