Manifesto ve Marx
Aklı kıtın
ve aklı evvelin biri, herşeyi Marx’a mal edecekler ya, manifesto türünün icadını da ona mal etmiş:
“Savrulmuş
metinler, yüz yıllar boyunca manifestolar olarak adlandırıldılar fakat Marx ve
Engels'in Manifesto'su, bu metinleri ayrı bir tür olarak bir araya getirdi.”
Düşündüm,
benim bildiğim öyle değil.
Sonra
gittim baktım ansiklopediye. Gerçekten öyle değil.
Manifesto
türünün önemli örneklerinden ilki, ‘Bağdad Manifestosu’ ile Müslümanlar’a ve
Abbasi hükümdarı El Kadir’e atfedilmiş:
Batı
dillerinde ise, Latin Amerika’ya özgürleşme rüzgarını getiren ama kendisi
sonradan diktatörleşen Bolivar, 1812’de Cartagena Manifestosu’nu yayınlamış:
Arada,
adı manifesto taşımayan bazı bildirgeler de, manifesto sayılmış:
Kendi
hesabıma, Türkçe’ye çevrilen manifestoların tümünü okumaya çabalarım. Sanat
veya politika fark etmez.
Beni
ilgilendiren, ilk kez söylendiği önesürülen bir şeyin ilk kezliğini
denetlemektir.
Sonuçta,
kendim de manifesto yazmış biriyim: Türkiye Demokrat Ateist Parti Manifestosu:
http://blog.radikal.com.tr/politika/14-yil-onceden-turkiye-demokrat-ateist-partisi-manifestosu-85480
Bir tane
daha, bende manifesto bol, bu kez bilimsel bir manifesto:
Bu arada
avangard sanatın bittiğini önesürenlere de bulaşalım.
Hala
avangard sanat manifestoları yazılıyor:
Trier
yazdı, Herzog yazdı.
Yani:
Yeniler
ve yenilik bitmez, yeniciler / manifestocular eskirler yalnızca...
Eskiyen
ayları da kırpıp yıldız yaparlar işte...
Dipnot:
Marx’a
da, dakka 2 gol 2, ‘Anarşist Manifesto’, ‘Komünist Manifesto’dan yalnızca 2 yıl
sonra, gereken yanıtı vermiş.
Nasıl ki
biri, peygamberin yüzüne o yaşarken, Kuran’ın insan eliyle yazıldığını
söyleyebilmişse, Anselme Bellegarrigue de, Marx’ın mecaz anlamda yüzüne karşı, onun toplumculuğunun faşistliğini
söyleyebilmiş.
Epistemik
tabu yok insancıklar ve küçük insanlar, sizlerin dezenformasyonu var
yalnızca...
Her
zaman en büyük yalanı söyleyenin peşinden gidiyorsunuz ve 5 milenyumdur hiç
utanmıyorsunuz bile...
Dipnot:
“Bu
kitabın başlıca önermelerinden bir tanesi manifestonun nasıl ve neden yirminci
yüzyıldaki sanat dünyasına girdiğini açıklamaktır.”
Marx’ın
manifestosu, 20. Yüzyıl avangard sanat manifestolarının ancak Rus olanlarına
girebilmiştir, o da hepsine değil. Bu da ayrı bir dezenformasyon. % 5 diyelim,
o da mercek-ayna optik-dezenformasyonu ile. Marx sanattan hiç anlamamıştır
yani. Anlasaydı, Lukacs’ın 1940’ta yazdıklarını, onun 1840’ta yazması
gerekirdi.
Ayrıca
manifestolar, şiirsel değil, mantıksaldır. İkisinin de kısa önermelerden oluşması, onları aynı yapmaz.
Ayrıca,
‘Komünist Manifesto’ bir manifestoysa, ‘Savaş Sanatı’ 2.500 yıl öncesinde bile
haydi haydi bir manifestodur.
Keza,
‘Tao Te King’...
(10 Mart 2016)
İnsanlar Neden Yazmazlar?
Türkiye’de
80 milyon kişi ve 40 milyon internet kullanıcısı var.
Bu 40
milyonun, hesapça 40 milyonu da okuryazar.
Oysa,
tüm blogcuların toplamı 40 bin değil.
Binde
bir oran.
Ya da
okurların yüz binde biri yazıyor, o da belki.
Yani:
İnsanlar
yazmıyorlar.
Neden?
Yazamıyorlar
kesin.
Yazmayı
sevmiyorlar, okumayı da sevmiyorlar, o da kesin.
Ama en
önemlisi şu:
Yazmanın
21. Yüzyıl insanı için bir zorunluluk olduğu düşüncesinde değiller.
Facebook
kullanmak öyle ama...
Facebook
davranışlarının % 99’u paylaşım, beğenme, vd ama...
Yani:
İnsanlara
yazmakları için şeker, un, yağ vermişler ama insanlar helva yapmayı
reddediyorlar.
Eskiden
bunların olmadığından yakınırlardı.
İnsanlar
zamanlarının olmadığını syleyip, kitap okumazlar ama günde 4-5 saatı sosyal
medyada geçiriyorlar.
Yani:
Yeni
okumazyazmazlar, görüyorlar ve işitiyorlar ve bunu da beyin kullanmak
sanıyorlar.
Ayrıca:
Beyinsizliği
dert ettikleri falan da yok.
Yani:
İnsanlar
beyinsiz oldukları için yazmıyorlar.
Yüz
binde dokuz yüz doksan dokuz bin, dokuz yüz doksan dokuz öyle...
(10 Mart 2016)
Ulus Baker: Yazmak, İletişim
Kurmak Değil, Direnmektir 1
Fil
dergisinin Mart 2016 kapağında bu metin parçası ve bir Baker portresi var.
Peki,
biz de yanıtımızı verelim o zaman:
Hayır.
Yazmak,
direnmek değil, doğruyu dilegetirmektir.
İnternet,
bir kez dilegetirilen doğruların asla-kata düzeyinde değilse bile, kolay kolay yok edilemediğini
bize gösterdi.
Artı
Eratosthenes, bunu bize 2.200 yıl önce gösterdi.
Yazmak,
iletişim olabilir, olmayabilir.
Yazmak,
direnmek olabilir, olmayabilir.
Direnmemek,
işbirliği olabilir, olmayabilir.
Tüm
bunlar geçerli enformasyonlar, bunları yok sayma veya değilleme çabası ise, bir
dezenformasyon olmakta.
Baker’in
tezi de öyle.
Kaldı ki
iletişim ile direnme arasındaki korelasyon, pratikte sıfır olabilir pekala.
Yani, birini oldu diye, diğerini olmama zorunluluğu da yok ortada. İkisinin 4
çeşit permütasyonu sözkonusu ve hepsi de yaşanmış durumlar.
Gelelim
alıntının mekanına:
Bu yeni
kuşak, az karikatürlü çok yazılı dergiler, Metin Üstündağ tasarımı bir tipleme.
Bu sıralar bunlar, habire mayoz bölünüyor ki bir Oğuz Abi geleneği bu da.
Metinlerin
içeriğinde lümpenlik had safhada. Kenar mahalle kızlarının hissiyatına yönelik
dozda ama ciddi ciddi politik geçinen metinler var oralarda.
Bu tez
de kapağa, his-hıs yaratsın diye konmuş: Sonuçta, ölümüyle şehir efsanesi olmuş
bir isim Baker.
Baker,
yaşam pratiği, teorisi, praksisi pek uyuşmamış biri.
Geriye
kalan metinlerinde aşırı bir şizofrenik dağınıklık sözkonusu. Çok okumuş ve
konuyu çok dağıtmış. Kavramsal çerçevesi de hiç olmamış gibi.
Oysa felsefecilerin
tümellerle uğraşırken, temel bir atlasa, haritaya, periyodik tabloya, kavramsal
çerçeveye gereksinimleri oluyor. Tersi durumda, ağaca bakarken ormanı, ormana
bakarken ağacı gözden kaçırıyorlar.
Baker,
epistemik yitiklerdendi kısacası.
Yaşamcıl
yitiklerden de oldu.
Dipnot:
Bunun
biyografisine yönelik olabileceği kanısındayım:
“Ulus’un yaşamında, babasının
ölümü, annesi Pembe Marmara’nın amansız hastalıktan ölmesi, babaannesinin
ölmesi, büyük travmaya neden olmuştur.”
(10 Mart 2016)
Sanat, Tiyatro, İslamopati, Haçlı
Seferi, Cihad, Vd
Bir
haber:
“Fransız
yazar Michel Houellebecq’in, 2022 yılında Fransa’da Müslüman bir devlet
başkanının seçilmesini anlattığı “Soumission” (Teslimiyet) romanın sahne
uyarlaması, Ortadoğulu sığınmacıların yoğun olduğu ve İslam kültürüne dair
önyargıların arttığı Almanya’da ciddi bir başarı yakaladı.”
Yıllar
önce, Türkiyede CIA için de çalışmış olan Graham Fuller, bir öykü anlatır:
“ABD’ye,
eski SSCB’ye karşı eğitmek için, Afganlılar’ı getirirler. Afganlılar, herşeyin
çok güzel olduğunu, ABD’liler için en iyi yolun Müslüman olmak olduğunu
söylerler.”
Katıla
katıla gülmüştüm. Güldüğüm, Fuller’in bunun ciddi olduğuna ve
gerçekleşebileceğine ayamamasıydı.
İspanya,
850 yıl Müslüman yaşadıktan sonra yeniden fetihi, engizisyonu ve koloniyalizmi
icat etti. Bu arada, bir de Amerika’ya gitti, bir İtalyan aracığılıyla...
‘Don
Kişot’ yazarı Cervantes, Müslümanlar’ın elinde tutsak kaldı.
Avrupa’nın
güney beşte biri, doğu üçte biri yüzyıllarca Müslüman işgalinde kaldı.
Avrupa,
ancak Roma yıkıldıktan sonra, tümüyle Hristiyan oldu. Oldu ama zorbalıkla, yani
katolik oldu.
Müslümanlaşma
da öyle, zorbalıkla...
Fuller’in
bunları dikkate alması ve bilmesi gerekirdi.
Nasıl ki
beyaz YMCA’lerin işgal ettiği ABD, bugün hiç farkında olmadan beyaz-dışı olduysa,
yarın da Fransa olabilir. Yasal veya yasadışı yollardan milyonlarca göçmen
alıyor ve Fransızlar da üremiyorlar pek. 2022 olmaz da, 2122 olur.
Devam:
““Soumission”,
7 Ocak 2015 tarihinde Fransa ve Almanya’da eşzamanlı olarak yayımlanmış, aynı
gün gerçekleşen Charlie Hebdo saldırısı nedeniyle büyük yankı uyandırmıştı.
Katliamdan hemen önce yayımlanan Charlie Hebdo sayısının kapağında da, romana
eleştirel bir biçimde yer verilmişti. Fransa’nın şeriat kurallarıyla
yönetildiği distopik bir gelecekte bir akademisyenin çaresizliğini anlatan
romanın yazarı, daha önce de İslamofobik söylemleri nedeniyle eleştirilmiş,
2001 yılında bir röportajda “İslamiyet’in en aptal din olduğunu” söylediği için
ırkçılık suçlamasıyla hâkim karşısına çıkmış ancak beraat etmişti.
“Soumission”un Avrupa’daki Müslümanlara yönelik saldırıları destekleyen
fikirlere sahip olduğu konuşulurken, Ali Baddou “romandaki İslamofobi
karşısında kusmak istediğini” söyledi. Yazarın önceki kitaplarını Türkçeye
çeviren Can Yayınları ise, bu kitabı henüz yayımlamadı.”
Bilgiler,
mitralyöz kurşunları gibi yağmış.
İslamiyet’in
en aptal din olduğunu söylemek, ne zamandan beridir islamofobik olmakta?
Bir
dinin en aptal din olduğunu söylemek, ne zamandan beridir ‘fobik’ olmakta?
Bakalım
Can Yayınları ne yapacak?
‘Şeytan
Ayetleri’ hala yok ortalarda.
Sorular:
Bir
İranlı aynı şeyi yaptığında, islamofobik olmuyor mu?
Örneğin,
‘Persepolis’ ve yazarı / çizeri?
Üstelik,
o yazar / çizer Hristiyan olduğunu, tüm kitap boyunca, açıkça hiç söylemiyor,
adı Marjanne iken bile...
Devam,
monologlu oyunun başrol oyuncusundan alıntı:
““Gerçekliğin
bizi ele geçirdiğini düşündüm. Ama aynı zamanda, yeni bir bilince de ulaştım.
Bence, Bataclan ve Köln olayı yaşandığında -ki bu ikisi tamamen farklı şeyler-,
bizi paralize ettiğinde ve bunlarla nasıl baş edeceğimizi bilemediğimizde,
tiyatro bize soğukkanlı bir alan açıyor; sorunlarımızla oyuncu, hatta mizahi
bir biçimde uğraşacağımız bir alan.”
That is
the question:
“Bunlarla
nasıl baş edeceğiz?”
Fransa,
gidip Suriye’de IŞİD’ci Fransa vatandaşlarını öldürürken, arada Suriye
vatandaşlarını da öldürdü. Geçmişte vicdanı solda / cüzdanı sağda olan Fransa
vatandaşları, cüzdanları solda / vicdanları sağda olunca, ‘Heil Le Pen’ oldu.
Sonra da, Bataclan’da Fransa polisi
Fransızlar’ı öldürdü. Şaşı sosyalist, uçkuruna feci gevşek, kart teke Hollande
(Hollandalı yani, Sarkozy de Macar idi, ulus-devleti icat eden ülkeye bak),
bunu anlayamadığını itiraf etmişti.
Ayrıca:
Bataclan
ve Köln olayı aynı şeyler. Madalyonun iki ayrı yüzü yalnızca. Başka yüzler de
olabilir ayrıca.
Bunun, Müslüman geçinen bir ülkede ateist biri
olarak yazdım.
Alaturka
yavşaklık ile mahalle baskısının ayrımını yazmış bir sokakbilimci ve bayağıbilimci
olarak yazdım.
Hristiyanlar
Müslümanlar’ı bilmem kaçıncı Haçlı Seferi ertesinde, taa1250 gibi durdurabildiler.
Müslümanlar
da bu hızla, 2250 gibi bir şeyler becerirler gibi...
Ve en
son alıntı:
“... tiyatro
bize soğukkanlı bir alan açıyor; sorunlarımızla oyuncu, hatta mizahi bir
biçimde uğraşacağımız bir alan.”
Tiyatro
tarihi pek öyle demiyor.
Oyun
evet ama belki Huizinga’sal anlamda.
Ayrıca;
satir ayrı şey, hiciv ayrı şey, mizah ayrı şey...
Antik
Yunan oyunları satirdir, Şair Eşref hicivdir ve gümrah çiçek küfrü de içerir
ama mizah öyle değildir.
Suludur,
seyreltiktir, kaypaktır...
Dipnot:
Afro-ABD’li
Lee (bu arada soyadı Çinli), Afro-ABD’lileri anlattığı ‘Chi-raq’ filmiyle,
beyazlardan değil, Afro-ABD’lilerden aşırı tepki aldı.
Sanat
böyle bi şii:
Kimin
eli, kimiin cebinde?
Ahan
da bu, hiciv işte...
(11 Mart 2016)
Facebook / Psike Art / Özgürlük
Esir
düşmüş tek hayvan:
En
nihayetinde, mutluluk gibi özgürlük de ötekinin zevkidir ve bu nedenle, her
ikisini de mutlak olarak yaşayamayacak olana ‘insan’ denir.
Agâh
Aydın, Psikeart, Özgürlük.
+
RÜ:
Özgürlük,
0 kişiliktir. Kendindeki ötekileri bile içermez. Öteki, toplumsallıktır ve
özgürlük, toplumsal-değil olmakta. (Birey denmedi, dikkat.) Bu anlamıyla,
bazıları için özgürlük hiçliktir, nihilizm anlamında değil de, Neyzen Tevfik'in
'Hiç' hattı anlamında.
İnsan
esir düşmüş, esir alınmış, kendini esir etmiş tek hayvan değildir. Özellikle
de, toplumsallığa. İnsan türünden daha kölece yaşayan birçok hayvan türü
toplumu vardır.
Özgürlüğü
ve ötekiyi yaşamadan da insan olunur. İnzivada veya tecrit hapiste gibi. İnsan
olmak da gerekli bir şey değildir. Nietzsche’sel
alt-insan’lar ve Reich’sal
dinle-küçük-insan’lar için belki gerekli olabilir, ne de olsa sınıf atlamış
oluyorlar böylelikle.
(11 Mart 2016)
Eski, Yeni, Yeni-Eski Ekonomik
Parametreler
Birinci
dönem 1945-1980 arasıydı ve eski olanıydı, ikinci dönem 1980-2015 arasıydı ve
yeni olanıydı, üçüncü dönem 2015-2050 arası ve yeni-eski olanı.
Eski
dönemde klasik prametreler kullanıldı, sonra zorlamayal yeni parametreler ikame
edilmek istendi ve becerelimedi, sonunda kırma gibi bir yeni-eski parametre
dönemine geçildi.
Birinci
/ eski dönem için işsizlik % 3-4 uygundu, tasarruf % 20-25 uygundu, yatırım %
25-20 uygundu. GSMH’nin % 70’i harcanabiilrdi ve harcanırdı.
İkinci /
yeni dönem için işsizlik % 110-20 uygundu, tasarruf % 10 uygundu, yatırım % 5
belki uygundu, tüketim GSMH’nin % 150’si uygundu. GSMH’nin % 40’ı
harcanabilirdi ve harcandı.
Üçüncü
dönem için işsizlik savaş eliyle düşürülecek, tasarruf yeniden % 25 yapılmaya
çabalanacak, yatırım % 40 olmak durumunda, tüketim GSMH’nin 35’i kalmak
zorunda. GSMH küçülmek zorunda, yani konomi büyüme en az 10 yıl bile isteye,
denetimli ve yönlendirilmiş olarak olmayacak.
Neden
böyle?
Birinc
dönemde işler mecrasındaydı, sonra mecrasından çıkarıldı, şimdi yeniden
mecrasına sokulması gerekiyor.
Makro-makro
düzeyde ise, işleri mecrasından muhakkak çıkaracak, gıda, su, enerji, 2029
krizleri var. Tarih ise, 2000-2200 arasında kafaüstü gitmeye başladı.
Varılacak
en iyi yer, eski düzen.
Varılacak
en kötü yer, insan türünün sonu değil, homo posterus’un yolunun kapatılması.
Geri kalanında insan türü, 5 milenyumdur hep aynı. Devlet devlet, özel mülkiyet
özel mülkiyet. Sömürü oranı oyunyor yalnızca.
(11 Mart 2016)
Sen Kimsin Lan Küçük İnsan?
Candan
Erçetin 7 yıl önce sormuş:
“Ben
Kimim?”
Şarkı sözleri:
“Az
mıyım çok muyum?
Var
mıyım yok muyum?
Ben
neyim?
(Masal
mıyım gerçek miyim?)
+
Kaç
mıyım göç müyüm?
Hiç
miyim suç muyum?
Ben
kimim?
(İbret
miyim cinnet miyim?)
+
Hiçlikler
içinde kanayan yürek
Yokluklar
içinde savaşan beden
Boşluklar
içinde karışan zihin
Güçlükler
içinde değil miyim?”
+
Ve sana
soruyor, dinle küçük insan:
“Her
ihanete akıl erdiren
Her
cehalete kılıf uyduran,
Her
esarete fiyat biçtiren
Sen
değil de ben miyim?
+
Her
adalete duvar ördüren
Her
cesarete kilit vurduran
Her
asalete boyun eğdiren
Sen
değil de ben miyim?”
+
Ne biçim
yaratıklarsınız lan sizler?
Koskoca Cumhuriyet’i
devirdiniz...
Yediniz
patladınız... Hala yiyorsunuz...
Ormanları
yaktınız...
Memleketi
sattınız...
Devrimi
rakınıza meze yaptınız...
Olmadı
tüydünüz...
Hala
bunak bunak cav cav ediyorsunuz...
(11 Mart 2016)
11.03.16, 20:05.
Bir Şarkı Ancak Bu Kadar Cuk
Oturabilirdi
Candan
Erçetin’in 7 yıllık, ‘Ben Kimim?’i...
Ben ilk
kez dinledim.
Gözlerimden
yaşlar indi.
Tam da,
o melankolinin içindeydim, daha da aşağıya indim.
Sonra
ağlamak yavaşlattı Acı’mı...
Kaçmam
gerekiyor, kaçamıyorum; kalmam gerek, kalacak yerim yok...
Kilitlendim,
çöktüm, yıldım...
Yılkı
atı bile olamıyorum...
Küreselleşme Sona Erdi (mi?)
Kendinden
dilemmalı ve paradokslu bir kip.
Öncelikle
veri:
1980’de
küresellik içinde gibi olan nüfus % 15 idi, şu an pek pek % 45.
Küresellik
denilen şey, açgözlülüğün dibine vuranların, tüketim toplumunu tüm herkese kakalama niyeti idi.
Bunun
için de, önce havuç yöntemini kullandılar.
Havuç
dönemi bitti.
Şimdi,
sopa dönemi geldi.
(Ki
bunların bu sırayla veya sırayla olması için bir kural yok.)
‘Arap
Baharı’ denilen şey, 2011-2015 arasında, 1 milyar Arap’ı öpe öpe Batı mallarını
tüketici yapma eğilimiydi.
Geri
tepti. 5 milyon beş parasız ve kaçak Suriyeli’ye ne satacaklar, merak ediyorum.
Birinci
moment bu.
Süleyman
Yaşar, belli veriler sağlıyor bize:
“ABD ve
Avrupa Birliği gibi büyük ekonomilerde ihracatın milli gelirdeki payı yüzde
15’i geçmiyor.”
Bunun
meali şu:
2., 3.
ve 4. Dünya ülkelerine havuç tutarak, o havuç karşılığında, limit bedava işgücü
ve hammade satın almak. Aynı maldan 1 milyar adet ürettirerek. Çevre
kirliliğini ihraç ederek.
Vietnam’da
asgari ücret, ABD’deki veya AB’deki 1.500 dolar yerine, 25 dolar oldu: 60’ta
1’i yani.
Çin,
rekabet olsun diye, belli metallerin birim fiyatını üçte bire çekti. Araya bol
zehirli metal de kattı ve o da çevre kirliliği ihraç etti.
Deniz
bitti ama.
Dünya’da
banka hesaplıların oranı % 50’yi bulamadı.
Turistlerin
oranı, global nüfusta % 15’i geçemedi.
Üstelik,
tüm zorlamalarla, herşey dahillerle, vergi iadeleriyle, ikame maliyeti ile 2
katına fırlayan iç pazar fiyatlarıyla...
Çin’de
40 yıllık çabayla, 150 milyon kişilik bir iç tüketici pazarı oluşturuldu.
Bunlar, yarı aç yarı tok noktadan oraya 1 kuşakta, tek çocuk politikası ile geldiler.
Brezilya
ise, mafya-devlet olarak, 70 milyon kişisini, Kolombiya’nın uyuşturucu parası ile yeni bir orta
sınıf yaptı.
Her yol
mübah oldu yani.
Küreselleşme
çabasının en ağır sonucu, yumurtlayan ve
yumurtlayacak tavukları bile kesmesi oldu.
Böylelikle,
önümüzdeki 20 yıl için, potansiyel (oluşabilir / büyüyebilir) pazar pratikte
sıfırlandı. Deniz bir kere daha bitti.
Çünkü,
Japonya örneğinin gösterdiği üzere, insanlar bir kez para harcamamaya
koşullandı mı, onlara bedava para dağıtsanız bile, onu harcamıyorlar.
Bir de
tutum-davranış farklılığı var:
Norveç’in
1 trilyon dolar borcu ve 1 trilyon dolar fonu var. Borç yaşayanları, fon doğmamışların.
İsviçre’de
ise aynı türden bir potansiyel var. Yurttaşlarına çalışmasalar bile, maaş vermeye kalktı hükümet, partilerin çoğu
buna karşı çıktı ama ‘doğmamışların
hakkını yemeyelim’ diye değil, ‘köleyiz lan biz, çalışalım’ diye...
Yani:
Küreselleşmenin
en ağır bedeli bu oldu:
İnkar
kültü.
Gerçekleri
görememe öz-dezenformasyonu.
Öz-Hitler yalan söylemese bile,
yalan söyleyen neo-Hitler yaratma
eğilimi.
Sağduyunun
ve aklıselimin yitimi.
Çöküş
dönemlerinde insanlar, ya aşırı tüketirlermiş, ya da hiç tüketmezlermiş
(bakınız Sabri Ülgener). Bu kez oran, %o 999 aşırı tüketim, %o 1 sıkıp yalayıp
hiç tüketim oldu. Böylelikle 7 bin (milyonda bir) kişi, Dünya’nın yarısına
sahip oldu.
Ancak,
Lale Devri gibiki (iç bade, sev güzel) dönemler ilk kez olmadı kuşkusuz.
Tarihten
biliyoruz ki bu borçları birileri ödeyecek, belki yarısını ödeyecek ama
ödeyecek.
Yani biz
pek tutumsever sayılan Türkler de, 500 milyar dolarını ödeyeceğimiz, 1 trilyonu
nakden deve ettik afiyetle... 1 de KİT sattık, 1 de borç taktık geleceğe.
1980,
1987, 1994, 2001, 2008 krizlerini inkar edenler çok olduğu gibi ülkemizde, 2015
krizini de inkar ediyorlar çok çok.
Üzerine
bir de savaş ekonomisi bindi.
Hoca, 1
fili geri verecekken, kendisini terkettikleri için 2 fil ister Timur’dan.
Ben 11 fil istiyorum tarihten Türkler’in
sırtına...
Dilerim,
Cengiz Han’ın Yeryüzü’nden sildiği 50 büyükkentten beter olur İstanbul’un bu kezki
sonu...
Ancak,
en büyük kriz dönemlerinde bile, 1 milyonda 100 bine, yani onda bire düşmüş nüfus.
Şimdi de, olsun olsun 15’ten 1,5’a düşer. O da 1965 nüfusu olur. O kadar.
Sonrası
mı?
Kitledir, aynı hataları yeniden
ve hep yapar...
(11 Mart 2016)
Herif Keriz Silkeleyebilecek mi?
‘Herif’
denilen biri, pek güzide borsamızın, hesapça kim olduğu bilinmeyen bir oyuncusu
olarak, 1,5 yıldır gondolu sallayıp duruyor.
Onun
aracılığıyla, biri de bilmeden itirafta bulunuyor:
"Bu
adam yeni bir pazar keşfetti. Ve kendi şovunu çekiyor çünkü yeterince rekabet
yok burada. Fakat şunu biliyoruz ki gelişmekte olan piyasalarda her zaman kasa
kazanır."
Rekabetsiz
borsa ne demek?
Önüne
gelen keriz silkeliyor demek.
Peki,
son 30 yılda Türkiye’de borsada kasa mı kazandı?
Yoo.
Birileri,
kendi hisse senedinin sahtesini bile satabildi bu ülkede.
Aracı
kurumlar, Herif’in kim olduğunu açıklamıyor ama bu demek değil ki onlar
biliyorlar.
Bu
ülkede, IŞİD bile borsada oynuyor.
Bu
ülkeye, TIR ile 20 ton altın giriyor.
Yine de
Herif, her ne yapmışsa da, Varşova ve Moskova’nın İstanbul’dan daha karlı
olduğunu söylüyorlar ama Herif gibilerin oralarda da olduğunu söylemiyorlar.
Kimse
demiyor ki % 20 kayıpla kara para aklıyor olabilir.
Mafya gibiler
öyle yapıyor.
IŞİD
gibiler neden öyle yapmasın?
(12 Mart 2016)
Forex, İddaa, Şike
Forex,
uluslararası borsalarda belli bir metanın fiyatı için, belli bir zaman momenti
için tahminde bulunup, alım / satım yapma işlemi.
İddaa,
bilmem hangi ülkenin, bilmem kaçıncı kümesindeki takımın, bilmem kaçınçı
dakikada gol yiyeceğini bilmek üzerine bahis ile ilgili.
İkisi
birbirine ne kadar benziyor değil mi?
İkisi de
kumar.
İkisinde
de şike var.
Forex,
yatırımcının % 87-88’nin zarar ettiği bir şike.
İddaa,
bir zamanların Platini’sinin teneke olduğu bir şike.
Kumarda
hile neyse, buradaki şikeler de o.
Borsada
şikeden kolay ne var?
Arap
Baharı dersin, petrol fiyatlarını 10 ila 100 dolar arasında salla babam sallarsın.
Herif
diye biri çıkar, büyük miktarlarda alım satım yapar, İstanbul Borsası’nı salla
babam sallar.
Çin
borsalarından birinde, bir hisse senedi 1 yılda 72 kat fiyatlı olur. Sonra da
çakılır tabii ki.
1986-2000
arasında, TC vatandaşı 1 milyon küçük yatırımcının borsada zarar ettiği
sanılıyor. Tabii, hepiciği tuş oldu.
Sonra,
büyük ve ağır abi yabancılar geldi. Araya bıyıklı yabancılar kaynadı. Büyük
paralılar, kendi aralarında küçük paralıların paralarıyla barbut oynuyorlar.
Bunun
adı da:
Kapitalist özgürlük...
Liberalizm
falan...
Ekonomi
tıkırında filan...
Kriz
var, kriz var, bunalım var, Timur Selçuk söylüyor fonda...
Nasıl
ama?
Yerse...
Yemezse,
borsayı eleştirmenin cezası var. Borsa kötü etkileniyormuş amcası...
Valla
öyle...
Geçenden
1 akçe, geçmeyenden 2 akçe...
Borsanın
eski başkanlarından biri, boşuna kahrından ölmedi...
Platini
domuz gibi maşşallah... Depardieu’den beter şişti. Sumocan oldu çıktı. Henüz
patlayamadı, eli kulağındadır. Tasfiye sırasının ona gelmesi yakındır.
E tabi
dedesi, başkaları da yesin, dii mi?
(12 Mart 2016)
AYM, Dündar, Vd
AYM
Dündar’ı serbest bıraktı. Ortalık toz duman oldu.
İzlediklerim,
bana Kadı Burhanedddin devletini
anımsatıyor.
Bizde,
hep generaller cumhurbaşkanı olurdu. Sivil diktatörlük olmayacakmış gibi, o kapıyı
kapattılar. Sivil darbelere yol açıldı.
2000-2007
arasındaki cumhurbaşkanımız Sezer, o mevkiye AYM başkanlığından emekli olup
seçildi.
Ona AYM
başkanlığına giden yolu açan AYM üyeliğinin yolunu açan Yargıtay üyeliğine, onu
kim getirmişti dersiniz?
Kenan
Evren.
Bla bla
bla...
Sora ne
oldu dersiniz?
Birileri
hukukçu olmayan birilerini bile AYM
üyesi seçiverdi.
Ülkenin
en yüksek hukuk kurumunda hukukçu olmayan biri.
O zaman
da, tabii ki kararlar ortada kalabilir.
Ya da:
“Ol kadı
olursa davacı,
Olur mu ol
mahkemenin hükmünde dirayet?”
Şimdi de
cumhurbaşkaı diyor ki.
Tanımıyorum
AYM hükmünü...
Nolcek
şimdi?
Kim
yargılayacak AYM üyelerini?
Kim
karar verecek buna veya tersine?
Ya da:
Kim
yargılayacak cumhurbaşkanını?
UCM mi?
Çook
hayal bunlar.
Yani:
Kadı yerine,
halk jürisi olunca da, fazla bir şey değişmeyebiliyor gibi... Öyle olsaydı, ABD’de
mahkeme duruşması, ‘talk-show’ olmazdı.
Değişmesi
umuluyor ama...
Dündar’ı
da yeniden içeri alacak yeni bir şey bulurlar herhalde...
(12 Mart 2016)
Herif, Borsada Yöntem, Ciddi Oyun
Hesapça
Herif’in kim olduğunu buldular:
“İstanbul’da
bazı günler 450 milyon dolara varan işlem yapan “Herif”, Londra merkezli bir
hedge fonun Hintli yöneticisi. Hintli fon yöneticisinin özel bir yazılımla
oluşturduğu gizli algoritma sistemiyle işlem yaptığı belirtiliyor.”
Da, gavur
olsa Türk olsa, ne farkeder?
Farkeden
şu:
Birileri,
borsada algoritma, yani sistematik-yöntem
kullanmış olması.
Bu, bir
ciddi oyun olmakta.
İstanbul
Borsası deney alanı, diğerleri de denek olmakta.
Amaç ne
olursa olsun sonuç, manipülasyonun gücünü
görmek olacak.
Tabii, felaket yokken felaket yaratmak olsun, felakete yatırım yapıp kazanmak (harp
zengini olmak) olsun, bir ciddi oyun olmuş olacak.
Sözünü
ettiğimiz 1 milyon kişinin 10 yıllık geleceği.
Kapitalizmde
para zaman demektir. Zaman da para. İkisi de tüm bir yaşam demektir.
Yani:
Papa,
üçte biri ateist olan Almanya halklarından, yılda 9 milyar avro dini kelle
vergisi aldığında, 75 yıl yaşayan ve ortalama 40 yaşında, yılda 2 bin saat
çalışan ve birilerinden, ömürlerinin geri
kalanını 10 bin kişiden almış, yani onları öldürmüş olmakta.
Borsa da
aynısı:
Türkiye’de
her yıl 1 milyon kişiden, biner dolardan, 1 milyar doları lüplettiğinde, 6 bin
kişiyi öldürmüş olmakta.
O
nedenle, borsa ve tek tanrılı din
vergisi terördür.
Öldürür yani.
(12 Mart 2016)
Ulus Baker: Yazmak, İletişim
Kurmak Değil, Direnmektir 2
Diren
kardeşim.
Sana
direnme diyen mi var?
Da, neye
karşı direneceksin?
İnsanın
insana zulmüne mi?
E o
zaman da, bugünün mazlumu yarının zalimi olunca, bugünün zalimi yarının mazulum
olunca, elinde tuzlukla, hıyarım var, diyene koşacak mısın?
Tarih
öyle olduğunu söylüyor.
Senin
için yangında ilk kurtarılacak şey ne?
Olunacak
ilk kitap ne (bakınız Fahrenheit 451)?
Parça
var, bütün var; ağaç var, orman var, yani...
Orman /
bütün, insanlığın 5 milenyumda yarattığı bilgi...
İnsanları
kurtarmaya direnirken, bilginin yok edilmesine direnmeyecek misin?
Aristo
ölüyor ve Metafizik kitabı kalıyorsa; Eratosthenes ölüyor ve Dünya’nın çevresi bilgisi kalıyorsa,
hangisini yeğleyeceksin?
Hangisini
yeğledin?
Sen
felsefeci değil miydin?
Felsefeciler,
tikeller yerine, tümellerle uğraşmazlar mı?
Asıl son
soru şu:
Yaşayarak
mı direneceksin, yazarak mı?
Biri
diğerini yok ettiğinde, ne yapcaksın?
Sen
öldün mesela...
Bunu mu
önereceksin okurlarına?
Direnmek,
erken ölmek mi?
Seninkinde
değildi. Yalnızca, ertelenmiş bir ‘travmalar
dizisinin son çöküntüsü’ idi seninkisi.
İmamın
dediğini yap, yaptığını yapma, yani...
(12 Mart 2016)
İlk Erbil Başkonsolosu Selcen:
Dış siyasette ergenlik hülyaları var: Suriye ve Irak gelişmeleri, bildiğimiz
anlamda cumhuriyetin sonunu hazırlayabilir!
Çok uzun
ama epeyi ironik bir başlık oldu.
Başlıktan
başlayarak parça parça gidecğiz:
Türkiye
emperyalizmi, ergen değil, olsa olsa prematüre olabilir.
Yapan
taraf, yolun sonunda olduğu için de, yaptığı tüm hatalar ona yazar, böylelikle
ders kalır geriye ama bedel kalmaz. TC kolay çark eden bir ülkedir malumunuz.
Cumhuriyetin
sonunu, AKP’nin kendisi hazırladı. Bile ve isteye. Aralık 2013’te. Dolayısıyla
Suriye ve Irak savaşçıkları (Musul ve Kobane), 1. Cumhuriyet’in sonundan çok,
2. Cumhuriyet’in başı olabilir.
"PYD'nin
silahlı kolunun YPG olduğu aşikar, bunu değiştirmeye çalışmak, Türkiye'nin
önceliği değildir."
Boş
önerme. TC’nin yapmaya çabaladığı şey, şu an için YPG-PKK işbirliğini kesmek ve
engellemek.
“... bu
kantonlar birleşecek diye bir ulusal tehdit algılamanın da bir anlamı yok,...”
TC,
Hatay-Irak arasında sürekli bir Kürt şeridi istemiyor, tam tersine boş alan ve
tampon bölge istiyor.
“Birçok
yabancı meslektaşım hep şunu sordu: Acaba gizli bir mutabakat mı var? Böyle bir
gizli mutabakat yoktu; göreve başlarken, benim de kendime koyduğun hedefler vardı.
Tabii ki arkamızda bir siyasi irade olmasaydı, bunlar mümkün olmazdı. Ama ben
uygulamada üslup bakımından katkı yapmış olabilirim. Kendimize somut hedefler
koyduk.”
Aklıma
İlnur Çevik geliyor ve başka şey diyemiyorum. Zaman’ı değil çünkü.
“Türkiye
dışındaki Kürtlerle yakınlaşma, bir stratejik hedef olarak görüldü.”
Hayır.
Talabani yerine, Barzani tercih edildi. Öcalan ve Müslim, zaten reddedilmişti.
Yani, 4 Kürt’ten 1’i yeğlenmiş oldu.
“En son
Enerji ve Tabi Kaynaklar Bakanlığı’nın Kerkük boru hattındaki aksamayla ilgili
yaptığı açıklamada, ‘Kuzey Irak Kürt Bölgesel Yönetimi’ tabiri kullanıldı.
Şimdi bir yandan Barzani’yi Ankara’ya getirip doğru bir uygulama yaparken, öte
yandan da konuyla siyasi açıdan doğrudan ilgili olmayan teknik bir bakanlığın
eski terime geri dönmesi tuhaflık.”
İyi de
Irak, hala egemen bir devlet. Bunu devlet elemanı olarak söylüyorsa, gerçekten
kıllandırıcı. Uluslararası politika ve ABD açısından terim, doğru terim çünkü.
“İran
bizim yardımımıza hemen koştu askeri olarak, ama Ankara gereken refleksi
gösteremedi.”
Ha ha
ha. Bunu Irak Kürtleri söylemiş. Ne bekliyorlardı? Aport deyince, gelinmesini
mi? Barzani, neden Kobane’ye gidemedi o zaman ve 3 bin sivilin ölümüne katkıda
bulundu? İran, şu an Barzani’den Kuzey Irak’ın yarısını isteyen Talabani’yi
tutuyor ayrıca.
“IŞİD
Musul’u aldığında, Ankara’nın IŞİD’i Türkiye açısından ulusal bir tehdit olarak
değerlendirmemesi çok gerçekçi değildi.”
Tehlike
ama ulusal değil. AKP’nin kullanmayı sevdiği, ayakçı bir tehlikedir IŞİD TC için. IŞİD, Musul’u aldığında,
çoğunluk olan Araplar tepki göstermedi ki ayrıca.
"Sünni
birlik fikri gerçekleri yansıtmıyor. Ben 2003’te Bağdat’ta göreve başladıktan
bir ay sonra büyükelçiliğimize intihar saldırısı yapıldı. El Kaide tipi bir
saldırıydı. Biz Sünni Arap mahallesindeydik, cephemiz yıkılmış, ölümden
dönmüşüz, mahalle halkı, saldırıdan sonra sevinç gösterileri yaptı.”
Aha,
sonunda doğru bir laf. Ancak, o zamanda 2003 imiş. Çook önce. Araplar 50 kere
fikir değiştirmiştir 13 yılda.
“Uğur
Ziyal’ın bir değerlendirmesi vardır. Birincisi Türkiye Ortadoğu’dadır ama
Ortadoğulu bir ülke değildir. İkincisi, Türkiye Arap ülkeleri ile iyi ilişkiler
kurar ama Araplararası konuların hiçbirine taraf olmaz.”
AKP
bunları değiştirdi. Ancak, AB’den vazgeçmek, Doğu olmak, ŞİÖ müracaatı, bunlar
demek olur zaten. Ayrıca, Irak-Kuveyt Savaşı’na Özal zamanında taraf olmuştuk:
1 koyup 3 alacağımıza, babayı almıştık. AKP’ye de, ilk etapta aynısı olacak,
azıcık oldu bile. Böylelikle de, prematüre
emperyalizm matüre olacak, yani olgunlaşacak.
“Suriye,
Bulgaristan’a göre biraz daha az devlettir, ben ona göre ilişki kurarım.”
Son
zamanlarda duyduğum en güzel deyim: Az
devlet. Evet, artık 0,00 ila 1,00
olasılık arasında devlet olan 300 parça var. % 50 devlet olanla, % 50 ilişti
kurmak pek yanlış değildir: % 100 olursa kötü, % 0 olursa pas geç onu.
Türkiye’nin uğraşması gereken en az 40 bela-devlet var: Köstence, Gagavuzya,
Dobruca, Gümülcine, Acaristan, Nahcıvan hariç üstelik, gün gelip onlar da
ayağımıza dolanacak.
“Bugün
artık uygulanması mümkün olmayan vize serbestliği sayesinde İstanbul bir cazibe
merkezi olarak sunulabilir.”
Unutun
şu Beyrut hayalini. Beyrut sonunda ne oldu belli, İstanbul da öyle olur.
“Şu an
Suriye, Irak, İran, Rusya, Bulgaristan, Ürdün, Ermenistan ve hatta ABD ile
ciddi sorunlar yaşıyoruz. Bunu dış politika bağlamında nasıl yorumlarsınız? : ‘Varoluşsal
sınama’”
Emperyalist sınanma diyeceğine, varoluşsal sınanma demiş. Sonuçta, emperyalist olmadan var
kalamayacağımıza göre, uzun vadede belki doğru bu deyim.
“Taraf
olmamak dediniz, neden taraf oldu Türkiye sizce?: Bence dengeyi Arap Baharı
bozdu.”
Teşekkür
ederim. Aynen öyle.
“... bir
Amerikan sözü vardır, ‘varsayımlar bütün hataların başlangıcıdır’ diye.”
Maalesef,
o lafı diyen ABD için de böyle, TC için de böyle. Ya da: Aç tavuk, kendini
buğday ambarında görür. Ortalıkta, ne buğday kaldı, ne tavuk, ne de ambar.
Gitti canım Dünya barışı.
“Kürt
akraba topluluklar, Türkiye sınırı dışında yaşayan Kürtler diyelim, bunların
kendilerini ifade ettikleri, mecburen ya da isteyerek katıldıkları silahlı
oluşumlar var, çeşitli siyasi teşkilatlar var.”
İşte,
dönüp dolaşıp Çevik’e geri geldik. Orada petrol var ya, bunların da gözünde
yeşil dolarlar var ya. Başka şey görmüyorlar. Yahu adamlar, 100 yıldır 4
ülkeyle de (Suriye, Irak, İran, Türkiye) savaşıyorlar. İsteyerek sürdürdükleri
bir savaş bu. Bağımsızlık peşindeler. O kadar.
“Ya da
“Biz Başika’ya Musul’u kurtarmaya girmiştik” gibi açıklamalar bana göre Türk
dış siyasetine zarar veriyor.”
Cahilce
bir söz. O zaman niye ABD, şu an TC ile birlikte Musul’a girecek? Kore’de
yaptığımızı yapıp, beleşe ölelim diye.
“Daha
gerçekçi, mütevazı ve ayakları yere basan bir dış politikaya dönmek gerek.”
10 yıl
boyunca, bilfiil yangına benzin döken biri için, pek yakışıksız laflar.
“Ne
olacak o zaman?: Benim şu anda görebildiğim, bir anlamda duvara toslanmadan bir
değişiklik olmayacağı yönünde.”
Ne ABD,
ne de TC için 1 kerenin yetmeyeceği / yetmediği kanısındayım. 10 kere de belki
ayarlar. Şu an üçüncüde sayılırlar.
“AKP
döneminde güdülen Ortadoğu politikasında geldiğimiz noktayı nasıl tarif
edersiniz?: Etkisiz. Çünkü amaç, Ortadoğu’da etkinin artmasıydı, böyle bir etki
yok.”
Ha ha
ha. Meali: Beni kullandılar ve attılar. Yeni adamlar ve yeni yöntemler
kullanıyorlar, ben parasız kaldım. Böğaa...
“... şampiyonlar
liginin parçasıyım derken, zoraki ittifak yapılan bir Ortadoğu ülkesine
indirgendik.”
İyi de,
ikisi birbirini engellemiyorlar ki... Seninle işbirliği yapanların bunu
isteyerek yapması gerekmiyor ki. Bakınız ABD.
Ek:
Buradan
anladığımız genel durumlar şunlar:
Kimse
durumu bilmiyor ve anlamıyor. İpler kimsenin elinde değil. Aynı bölgenin
sürekli el değiştirmesi gibi, durumlar da sürekli pozisyon değiştiriyor. Küçük
iç savaşlarda böyle olması olağan zaten.
Aydın
Selcen’e buradan çok teşekkür ediyorum: İçeriden bilgi verdiği için, genel durumun kontur çizgileri çok çok
belli olmuş.
Ayrı
düşüncelerde olmamızın önemi yok. Tıpkı AKP ile aynı düşüncede olmamızın
öneminin olmadığı gibi.
Yani:
Entellektüel
bağlanmaz, bağlanırsa entelejensiya olur.
Yani:
Yaz
kitabını çekil kenara Selcen. Bırak, hesabı yarınlar yapsın. Yol daha çok çok
uzun henüz.
(12 Mart 2016)
Serol Aksel ve Reha Ülkü:
Facebook
S. A. :
Bazen
gün içinde yaşadığım olayları nereye koyacağımı bilemiyorum. İşte, sağda solda
anlatıyorum ama kesmiyor. Blogda yazı konusu olacak şeylerde değil. Face’le çok
alakam yok zaten, toplasan 100 arkadaş var, onlar da çoluk çocuk akraba, smile
ifade simgesi. Bazen oraya yazıyorum. Burada hazır okuyacak adam bulmuşken
yazayım, diyorum.Yazmazsam sıkıntı yapıyor...
Geçenlerde
Samatya’da Akbank fotoğraf ekibiyle çekim yapıyoruz. Her taraf Kürtler’le dolu.
Yoksulluk diz boyu... Çocuklar salya ve sümükleri ile kendi hallerine
bırakılmış, ortalarda dolaşıyorlar. Kadınlar dar sokağın sağında solunda
oturmuş sohbet ediyor, bizi çekmeyin diye uyarıyorlar.
Belli ki
uzun zamandır yıkanmamış bir kızı fotoğrafladım. Kız bana öyle güzel pozlar
verdi ki aynen bir manken gibi bir öyle süzüldü bir böyle. Çok hoşuma gitti. Sana
para vereyim, dondurma al kendine, deyince: İstemez, dedi. Ama ben yine de
çıkarıp 2 lira verdim. Kız bana paranın 1 lirasını geri uzattı: "Amca
fazla verdin, dondurma 1 lira". Gözlerim doldu. Duygulandım. Çıkarıp bir
10 lira uzattım. Sonra sevinerek uzaklaştı oradan... Güzel bir gündü ...
+
R. Ü. :
Bu olay,
2 paragraf daha eklenince, kısa öykü olur, olmadı yaşam bölümü bloğu olur. Bir
de, her yazılan o an yayınlanacak ve okunacak diye bir şey yok. Yazar dediğin
günce tutar, ben demedim, Tahir Alangu, Ferhan Şensoy'a dedi, 1966 gibi. Ben
dahil tüm yazarlar, belli bir çıraklık döneminden geçiyor. O süreç içinde,
notlamalar yapmak, yazıyı geliştiriyor. Aynı notlar, ileride daha geniş
yazılara hammadde oluyor. Yazının bu vefakarlığı ve kadirşinaslığı beni çok
duygulandırır. Bir de şu var: Hangi türde yazarsak yazalım, yayınlanmadığımız
dönem toplamı, yazarlık dönemimizde yarıdan fazla olacak. Ancak, internet
sayesinde, özellikle de Blogger'ın şimdilik hep kalıcılığı sayesinde, o
metinler muhakkak okurunu bulacaktır. Sizin anınız, burada buldu örneğin. Başka
sitelerde de bulur sanırım.
(12 Mart 2016)
Yeni Edebiyat Türleri
1984
başında, sürekli yazmaya başladığımda, yazmak istediğim türü, tümdengelimsel
olarak, yani henüz onu yaratmadan önce, ‘erkin anlatı’ olarak tanımlamıştım.
Bunun, denemenin yeni ve farklı bir türü olarak düşünmüştüm.
Bir tür deneme-eleştiri sentezi / praksisi
olacaktı.
Anlatı,
kurmaca alanında değil de, ‘narrowization’ (daraltma) alanında düşünülmüştü.
Örneğin, Çetin Altan’ın ‘Al İşte İstanbul’unun başında anlatı yazar. Ancak
onlar, güzelyazın ve kurmaca alanında da kalan metinlerdir. Benimkiler olsa olsa,
güzel-denemeler ve güzel-eleştiriler olabilir ama lirik-denemeler ve
lirik-eleştiriler değil. Onları da yazdım ama onlar geçici dallanmalardı
yalnızca.
Tüm
bunların hepsi oldu. 1993 sonunda, tek bir satırı bile atılmayacak metinler
yazmaya başladım ve bunlar benim için hep erkin anlatı türünde olageldi.
2000’lerde
fotoblog çıktı. Blog türünün fotoğraflısı gibi ama metni daha kısa olarak.
2010’larda
‘twitteratür’ çıktı: 140 karakterli öykü olarak.
2015’lerde
‘vineratür’ tanımlandı: ‘Vine video’nun metni ve sinopsisi olarak.
Hemingway’e
atfedilen 6 sözcüklü öyküler, bu ikisinin arasında bir yerde kalıyor.
19. Yüzyıl’ın
en kısa türü olan, Feneon tarzı çok-çok kısa öyküler ise, bunların hepsinden
uzun veya onlar kadar uzunlukta kaldı.
Son 10
yılda bu alan, sınırları tam / kesin çizilmeden, ‘küçürek öykü’ olarak
adlandırılıyor.
Altyazılı
karikatür gibi, altyazılı fotoğrafın altyazısı var. Bu, 1 cümle – 1 paragraf
arası bir metin demek.
Görüldüğü
gibi, yeni türlerin çoğu, aşırı kısalık demek.
Artı,
melez-tür demek.
Örneğin
ülkemizde dikkat çekmeyen ve fazla örneği olmayan çizgiroman metni var. Haydar
Dümen’in kendi ‘Cinsellik’ kitabına koyduğu, Turhan Selçuk’un çizgilerine eşlik
eden metin var örneğin. Sanırım, çizgiroman serisinin adı, ‘Kadın Kadın Nedir
Senin Adın?’ idi. ‘Abdülcanbaz’ın ilk metinlerini de Aziz Nesin’in yazdığı
söylenir ama Nesin onları kitaplarına almamıştır.
Klasikleri
de çizgiromanlaştırdılar ve bunu yaparken de metni aşırı özetlediler. Bir
türden, ‘olay Rusya’da geçiyordu’ oldu.
Yine
ülkemizde fazla örneği olmayan, bilgisayar oyunu metni var. ‘Suikastçının Dini
/ İtikadı’ oyunu, Dünya’nın en geniş çapraz medyası olarak, çok ilginç içeriksel
örnekler içeriyor. Örneğin, ABD’nin ilk başkanı Washington’un sırası gelince
görevi bırakmadığı ve bir diktatör olduğu örnek-öykü var.
Eski
kafalı okurun kabul etmeyeceği çok tür ve alttür örneklendi bu metinde ve bu
bilerek yapıldı.
Roman,
bilimkurgu, senaryo ilk çıktığında, birer yeni ve farklı tür kabul edilmemişti,
bunu anımsatmak için.
Tabii,
tüm Dünya edebiyat tarihinde silinip gitmiş çok tür de var. Dolayısıyla, bu
yeni türler de silinip gidebilir pekala.
Erkin
anlatı’yı tanımlarken bizim kaygımız, var olan türler içinde yeterince okuma
yapmış olarak, var olan türlere sığmama durumu idi. Sürekli yazmamızın 32.
yılında bile, hala da öyle.
(13 Mart 2016)
Edebiyat Türleri
2000’lerin
başında, 60 küsur edebiyat dalı tanımlamışız:
“Edebiyatı;
roman (en az 20 altdal: tarihi, nehir, fantazya, polisiye, korku, gerilim,
macera, erotik, porno, bilimkurgu, çocuk, genç, aşk; gerçeküstü, bilinç akışlı,
dışavurumcu, vb), kısa roman, uzun öykü, öykü, kısa öykü, anı, yaşamöyküsü,
özyaşamöyküsü, portre, günce, gezi, deneme, anlatı, düzyazı, monografi, makale,
risale, araştırma, inceleme, derleme, alıntı, montaj, kolaj, karma, söyleşi,
röportaj, fıkra, kronik, köşe yazısı, haber (en az 10 altdal), eleştiri,
polemik, mizah, hiciv, söylence, efsane, destan, epope, fabl, masal, cingıl,
mektup, özet, yorum, akademik tez, şarkı sözü (en az 5 altdal), dans
librettosu, opera librettosu, anket, çizgi roman metni, şiir (en az 20 altdal),
radyo skeci, oyun (en az 10 altdal), senaryo, sinopsis, libretto sinopsisi,
belgesel olmak üzere, 100’ün üzerinde altküme olarak tanımlıyoruz.”
Edebiyat,
kurmaca olan ve olmayan olarak, temelde ikiye ayrılır.
Kurmaca-dışı’yı
edebiyat veya güzelyazın saymayan çoktur.
En çok
ürün verilen alanlar ise; güzelyazın sayılan şiir, öykü ve romandır.
Tüm
Dünya’da basılan kitaplar toplamı ise; 1985 gibi, edebiyat, insan bilimleri,
temel bilimler olarak, kabaca üç eşit parçaya bölünmüştü.
Mektup
ve günce, yazmanın hazırlık alanı sayılabilir.
Günce,
mektup, öykü; edebiyatın 1., 2., 3. tekil kişi kipi sayılır.
Bu;
günce, mektup, deneme / eleştiri olarak da tanımlanabilir.
Günce ve
mektuptan uzak durulması ise, dürüstsüzlük olmakta.
Bilimkurgu
romanda, 1990 sonrasıki politik gerilimsizlikte, aşırı bir verim ve nitelik
düşüşü yaşandı. Bu da bize, yaratıcılığın gerginlikten beslendiğini imliyor.
Okunası
yeni polisiye roman yazımı çok zor görünüyor ama İsveç; Wahlöö-Sjöwall,
Mankell, Larssen üçlüsü ile, 1965, 1985, 2005 boyunca, yeni ve farklı polisiye
roman yazılabileceğini gösterdi.
Dünya
tarihinde okunası ilk 100 kitap arasında roman yok.
Tarihi
en çok etkilemiş kitaplar, ahlak, din, siyaset ve hukuk alanında. Yani,
insanların birbirlerine karşıki davranışları hakkında. Yani insanlar, bunu
beceremiyor demektir. Çünkü aşk yoksa aşk romanı yazılır gibi, eksikliği olan
konular hakkında yazılı genelde.
100
alanın 3’üne sıkışılıp kalınmasının, bir tür agorafobi olduğunu imleyip konuyu
bağlayalım.
Dipnot:
Günümüz
ABD İngilizce’sindeki tür ayrımları da burada var:
Metnimizin
en başındaki listeye pek benzemiyor açıkçası. Sayı ise daha kalabalık: 200
gibi.
(13 Mart 2016)
Tarih Dersleri: Cihad ve Haçlı
Seferi
Ters
görünebilir ama önce cihad vardı. 600-1100 gibi. 500 yıl gibi.
Mezhep
savaşı da vardı. Sünniler, Şiiler ve Hariciler arasında. Birbirlerine karşı
cihadları da vardı. Halife Ali böyle öldürüldü.
Sonra
Türkler tarih sahnesine çıktı. Genelde bilindiğinin tersine, Anadolu’yu
fetihten uzak duran ama Bizans’ı yenen Alp Arslan’ın 1072’deki ölümünden
başlayarak, Anadolu’yu fethettiler, Kutsal toprakları da.
Bu
sırada Katolik-Ortodoks ayrışması olmuştu. Roma’nın batışında Hristiyan olan
Avrupa, 1100 gibi bile, belki en çok
yarı yarıya Hristiyan idi. Doğu ve Kuzey Avrupa pagan idi.
Sonra,
Kudüs’ü kurtarmak adına, Haçlı Seferi dizisi başladı:
Katolik
mezhebe karşı, Ortodokslar’a karşı, Museviler’e karşı, Müslümanlar’a karşı,
paganlara karşı. Artı papalar Hristiyan-Katolik krallara karşı, ülkelerdeki başpiskoposların
tayini için.
Papalar
Haçlı Seferi’ne katılanlara kafadan cennet garantisi verdiler.
Bu
sayede üniversiteler de kuruldu, engizisyon da. Üniversitelerde Hristiyanlık’a
aykırı bulunan Aristo’nun eserleri yasaklandı. Onu, taa 1250 gibi Aquinolu
Thomas affettirdi Hristiyanlar’a. İlk rönensans da, o zamanlı sayılır.
Bu
süreçte dominant olan kültür İslam, resesif olan kültür İsevilik oldu.
1500
sonrasında, durum tam tersine döndü. 2000’lerde de hala böyle.
Hristiyanlar’ın
o zamanki durumunda bugün Müslümanlar var. Bugün, Selefilik, Şiilik ve Sünnilik arasında cihad ve iç savaş var.
Hristiyanlık’taki mezhep savaşını durdurdular. Papa ve patrik, iktidar
uzlaşmasına vardı, bin yıl kadar sonra (katoliklik ve ortodoksluk arasındaki ilk
ayrışma 1054 gibiydi).
Katolik
gelenek Latince’yi, ortodoks gelenek Eski Yunanca’yı kullanmayı seçti. Her
ikisi de bu dilleri kullanmaya başladığında, 2 dil de ölü dildi.
İslam
ise, temelde İran üzerinden Şiilik ayrışmasına uğrarken, Farsça x Arapça
ayrışması oldu.
Görüldüğü
gibi benzerlik çok.
1950’den
beridir ise, Lingua Franca dil İngilizce. Bunun nedeni ABD. ABD’nin
İngilizce’yi seçmesinin nedeni ise, eski bir İngiltere kolonisi olması. Yıkılan
Roma’nın ardından seçilen Hristiyanlık ve Latince gibi yani.
Papalık,
Avrupa’yı öldüre öldüre Hristiyan yaptı. ABD de Dünya’yı öldüre öldüre
kapitalist-pazar yapıyor, adı da Evangelizm veya ‘neo-con’luk.
Avrupa
400-1500 arasında işgal ve istila altındaydı, sonra kendisi işgalci, istilacı
ve sömürgeci oldu ve 1950’de bu durdu: 1100 yıl resesif ve 450 yıl dominant).
Müslüman
Araplar ise, 1100’den beridir işgal ve istila altındalıar: 500 yıl dominant,
900 yıl resesif.
Bugün,
Avrupa’da özgün halk ve Müslüman olarak, Boşnaklar ve Arnavutlar var.
Bugün,
Asya’da özgün halk ve Hristiyan olarak, Gürcüler, Süryaniler ve Ermeniler var.
Amerikalar’a
400 yıl boyunca tek bir Müslüman sokulmadı. Avrupalılar / Hristiyanlar
derslerini iyi almışlardı. 20. Yüzyıl’da Surinam’a Müslüman Hintliler’i
aldılar, onlar da askeri darbe yaptılar.
ABD’nin
bugünkü Hristiyanlık’ı sallantıda. Çok fazla anti-YMCA nüfus aldı.
AB ise,
büyük-büyük hata yapıp, çok fazla Müslüman nüfus / göçmen aldı. Bu, çoktan yeni Kavimler Göçü oldu bile.
300 +
500 milyon (ABD + AB) nüfusta, % 10 olmak ve sorun yaratabilmek demek, 80 milyon
Müslüman olmak demek. Bugün ise, toplamda 10-15 milyon Müslüman var oralarda.
Hristiyanlar yılda % 0,5 azalsa, Müslümanlar % 1,5 artsa bile, yeni göçmenler
hesaba katılınca bile, önümüzde 50 yıl daha var demektir. O dönemde de, gıda,
global ekonomi, su ve enerji krizleri Dünya’yı vurmuş olacak. Nüfusu azalanlar
ise, Hristiyanlar değil, Müslümanlar olacak.
Yine de,
tam bir itiş-kakış olacağı kesin.
Haçlı-Cihad
itiş-kakışı da, Taliban’dan IŞİD’e uzanan çizgi oluyor.
Hristiyan
neo-iç savaşı da, ABD’lilerin her yıl kendilerinden öldürdüğü 1.500 kişi
oluyor.
Hep
diyorum:
Eksik
olan tek şey, neo-Hasan Sabbah: 20 kilo izotop-kobalt ile 20 AB ve ABD
büyükkentini yaşanmaz duruma getirecek yalnızca.
Yardım
gelirse de, o ABD’lileri öldüren ABD’lilerden gelecek.
Yoksa
Araplar, bin yıl daha küllüm mafiş. Hoş, onları Hasan Sabbah bile rönesansa
sokamayabilir, ayrı konu. 1 trilyon dolarlık petrol geliri bile yüzyılda
sokamadı çünkü.
Gerçeğin
çölüne hoşgeldiniz.
(13 Mart 2016)
Merkez bankaları global sosyalizm
yaratacakmış
Cehalet
insanı söyletiyor işte...
Bunu
söyleyen kişi, küresel piyasalarda 'Doktor Kıyamet' olarak bilinen ünlü
yatırımcı Faber imiş.
Oysa
olan şu:
Özel şirketlerin
batırdığını, devlet toparlıyor.
Muhafazakar
geçinen neo-liberallerin batırdığını, çakma neo-sosyal demokratların
toparlaması gibi.
Alınlarında,
32 punto ‘keriz’ yazıyor çünkü.
Aynı
zamanda olan şu:
Bildimiz
eski devlet kapitalizmi geri döndü.
Son 36
yıllık neo-liberalizm oyunu, kendi sözünü ettiği kurallara kendi uymadı ve
devletten aşırı yardım, teşvik ve destek aldı.
ABD’de
ve AB’de en az 1’er trilyon dolar devletlerden çıktı.
Eskiden
bunun adı, emisyon arttırma ve karşılıksız para basma idi. Şimdi devlet tahvili
ve bonosu oldu.
Oyun
aynı oyun ama:
Keriz
silkeleme...
Yani:
Devlet
bankaları keriz silkeliyor artık...
Bunu
eskiden Dünya Bankası ve IMF yapardı.
Faber
şunları da söylemiş.
"Merkez
Bankası’lar, varlık alımlarının işe yaramasıyla ilgilenmiyor, kendi prestijleri
ile ilgileniyor. İşe yaramasa da, bu ilacı artırmaya devam edecekler. Er ya da
geç, tüm devlet tahvillerini alacaklar, tüm şirket tahvillerini, tüm hisse
senetlerini alacaklar. Konut piyasası çöktükten sonra, tüm evleri satın
alacaklar ve hükümetler her şeyin sahibi olacaklar. Bu, sosyalizme giden yol."
Cahil
işte.
Ne
Ricardo biliyor, ne Keynes, ne de Marx.
Doğrudur,
devlet ve merkez bankası ekonominin çökmesine izin vermeme eğilimindedir,
sonuçta iktidar refleksi olmakta bu.
Ancak bu, bir zorunluluk değil. Almanya, epeyi özel şirketin çökmesine izin
verdi, ABD daha az ama yine de verdi.
Herşeyin
sahibi devlet olsa bile, Japonya’nın 100’er dolar dağıtması veya İsviçre’nin
herkesi bedavadan maaşa bağlaması durumu olur.
Bildiğimiz
Monopol oyunu yani. Başa geri dönülür.
Zaten
ekonomi, bildiğimiz birikimin döngüsüdür. Buna sömürü de deniyor, artı-değer
aktarımı da, Gini katsayısı da...
Ancak,
neo-liberallerin ve Dünya Sistemi’cilerin varsayımının tersine, kümülatif birikim sürekli sürmez.
Ekonomi,
her 10 yılda bir sıfırlanır ve/ya amortisman % 10’dur.
Bu,
sanal ekonomi için de böyledir. Özellikle de, azalan girdiler bölümüne
geçilmişse, amortisman % 20 bile olur. Vade 5 yıla düşer o zaman da. Krizin
vadesi yani. ABD de, 5-6 yılda bir krize ve regresyona giriyormuş zaten.
Deniz
bitti veya kapitalizm bir kez daha kendini ve Dünya’yı çökertti.
Tabii ki
oyun yeniden başa sarılacak. 1929’da bile sarıldı. Oyuncular sıfırlanacak ama.
Tasfiye edilecekler yani. Yenileri sahaya girecek.
IMF’nin
ve Dünya Bankası’nın tasfiye edildiği gibi...
Merkez
bankalarını devreye girdiği gibi...
Yeniden
küçük sermaye birikimine ve kooperatifçiliğe döneceğiz.
Kapalı,
yalıtık, yerel, küçük ekonomilere...
Kendine
yeterliliğe...
Eksilenen
artı-değer ve sömürü aktarımına...
Azalan
bilim, sanat ve düşüne...
Yani,
Yeni Orta Çağ’a...
Gerçeğin
çölüne hoşgeldiniz...
(14 Mart 2016)
Katliam Akşamı Reytingin
Zirvesinde Survivor
Öyle
imiş:
2 kere
stadyumlarda ıslıklanan, terörde ölenler için saygı duruşu...
Bir anne
feryat ediyor:
“Eğer
oğluma bir şey olduysa, yıkarım bu memleketi.”
Başkalarının
oğulları ölürken, bu memleketi yapıyor muydu?
Noluyoz
lan?
...
demeyeceğim.
Diyorum
ki:
Noolduk
lan?
Bu,
toplama kampındaki, sağ kama öncelik sırasının ilk 7’de 7’sini, kişinin kendisine
ayırması değil...
Bu,
inkar kültünün genelleşmesi...
Bu, bana dokunmadan batan TC, bin ölsün...
Bu,
3.333 İstanbul...
Bu,
gidene ağam, gelene paşam...
Maçları
da boşverir, Yılmaz Morgül’ün kağslarını seyrederiz ailenecek...
Dipnot:
Başlığın
açıklamasının şöyle olması da içler acısı:
“Ankara’da
37 kişinin yaşamını yitirdiği saldırıyla ilgili zaman kaybetmeden gelen yayın
yasağı haber kanallarının görüntü ve bilgi paylaşmasını engellerken, üç
izleyici grubunda da en çok izlenen program, Tv8’de yayınlanan ‘Survivor’ oldu.”
E,
televizyonu kapatın, Hasan Mutlucan dinleyin o zaman, medya bağımlısı ey Türk
halklarımız...
Bir
sonra dinleyeceğiniz de, kendi cenaze marşınız olacak.
Dipnot:
Patlamayı
izleyen gece ‘Survivor’ yayınlanmadı deniyor ama aynı gündüz, eski de olsa,
bölümler yayında vardı. Yasak savma yani. ‘Aazz sonra’ yeni bölüm yani.
(14 Mart 2016)
Bu durumda halk istifa etsin
Bu
saptama Ezgi Başaran’a ait.
Ve de
cuk oturmuş.
Metninin
devamı ise feci abuksuyor. Oraları geçelim. Yorum da yazmayalım.
Tarihsel
büyük çıkmazlarda, halkın yapması gereken tek şey, istifa etmektir gerçekten.
Ve fekat
halk, asla ve kata istifa etmez.
Toplama
kampından da istifa etmez, atom bombasından da.
Toplama
kampından sağ çıkanlar, İsrail toplama kampların üretti; hiçbir Hiroşima’lı
veya Nagazaki’li de, imparatorunu al aşağı edemedi.
Ve fekat
halk, tam tersini yapar, tarihe ve duruma bağlanır.
Ki zaten
açmazları imal eden halkın kendisidir.
AKP’nin
açmazlarını da halk imal etti.
Durumun
Temmuz 2015’ten beridir buraya geldiği de belli.
Daha
beter yerlere de gideceği şimdi belli.
Ümmi
mümmi ama halkın oy hakkı var: Oy sorumluluğu da var, oy yükümlülüğü ve
yargılanabilirliği de var.
Dolayısıyla
halk, tarihten ancak kitlesel yok
oluşlar ile istifa edebilmiştir.
Sıra,
Anadolu’ya girişten bin yıl sonra, Anadolu halklarında.
Haydi
kalkııyoor, mezarlığa bir kii...
Krematoryum
sapağında inecek vaar...
Gaz
duşlarımız var, Sobotta Atlası’mız var.
Alı
verelim, koyu verelim...
(15 Mart 2016)
32 Kısım Tekmili Birden Terör: ABD
bu kez tarih vererek uyardı: 20 Mart'ta terör saldırısı olabilir
Nasıl
ama?
Fıştığı
da yanında:
“Türkiye'nin
kendini savunma hakkını destekliyoruz."
Tavşana
kaç, tazıya tut.
Kaç Apo
kaç.
Aport TC
aport.
Bu arada
bin TC vatandaşı (hangi?) cenneti boylamış, kimin umurunda?
1’den
sonrası istatistik zaten.
Bu arada
blogcular, hislenmekle ve hıslanmakla meşgul yazılar döktürüyorlar amcası...
Halk
desen, istifa edemedi gitti.
Hibino
hakem de maçı sattı.
Da, kim
kime nasıl şike yapıyor, o biraz karışık...
(15 Mart 2016)
KCK: Ölüm kalım mücadelesi
veriyoruz, artık savaş her yerde olacak; Erdoğan'ı devirmek istiyoruz!
Varlıklarının
sürmesinin AKP’ye ve Erdoğan’a bağlı olduğunu unutmuşlar, bunu söylüyorlar...
Bu yeni
durum, PKK’nin son noktaya gelişinin ne ilki, ne de sonu olacak.
ABD ve
AB, PKK’yi kullanıp kullanıp rafa kaldıracaklar.
Onlar
da, dilleri dışarıda, ‘Kürdistan’ı ha kurduk, ha yitirdik’ olacaklar.
Barzani,
onları solladı geçti çoktan oysa.
Yine
kaldılar Rusya’ya.
En son
Putin Amca, KGB’li iken, Apo’yu Moskova’da ağırladıydı, 1998 sonu gibi. 20 yıl
olacak neredeyse: Özlemişlerdir birbirlerini...
(15 Mart 2016)
Putin Çalım Attı
Ve
Suriye’den çekilmiş gibi yaptı.
Şimdi
yesinler birbirlerini...
Sonra,
yeniden ‘kurtar bizi baba’ durumu olur. Putin’cikleri onları bir daha kurtarır.
Putin,
Rusya’nın hala no olduğunu kanıtladı mı/
Evet.
Arap
Baharı’nı istop ettirdi mi?
Evet.
ABD
düşmanlarının çeyreği veya yarısı Rusya sempatizan olacak mı/
Evet.
Daha
önce de olmuştu zaten.
Yani:
Putin,
yalnızca idrar molası aldı.
Hesap
kitap yapacak bir de.
O da,
savaş meydanında salim kafasız yapılmıyor.
(15 Mart 2016)
Hacker’lar Bangladeş Merkez
Bankası'nın 101 milyon dolarını çaldılar
Bir
haber:
“Yetkililerin
verdiği bilgiye göre, bilgisayar korsanları, sunucularına sızdıkları Bangladeş
Merkez Bankası’nın ABD’deki hesabından 950 milyon dolarlık transferi öngören 35
ayrı talepte bulundu.
Taleplerinin
ilk dördü kabul edilen hacker’lar, 101 milyon doları Filipinler’deki banka
hesaplarına aktardı.”
Bu, bana
‘Neuromancer’daki benzer bir numarayı anımsattı: Sorun, korsanlar en yeni
modelleri bile korsanlarken, 3. v4. Dünya ülkelerinin bilmem kaç model eski
sunucular kullanıyor olması ve onların da korsanlanalı bilmem kaç yıl geçmiş
olması gerçeği var.
Peki,
sonuç ne olmuş?:
“Bangladeş
Merkez Bankası Başkanı Atiur Rahman, Banka'nın New York Fed'de tuttuğu hesaptan
101 milyon doların siber korsanlar tarafından çalınmasının ardından istifa
etti.
Rahman'ın
istifası Başbakan Şeyh Hasina Vecid tarafından kabul edildi.”
Üzerine
bir kaza namazı kılarlar artık.
Tabii ki
korsanların adlarının bile saptanamadığını söylemeye gerek yok.
Aynı
şey, bizim TCMB’nın başına gelse, ne olur acaba?
Başkan
istifa eder mi?
Bir de
şu var:
Geriye
kaldı 100 ülke merkez bankası...
(15 Mart 2016)
Necip Kural İçin
İlkokul
ve lise arkadaşım Necip Kural’ın hem akıncı, hem ülkücü sayıldığını 15 yıldır
biliyorum ama uzun zamandır internet araması yapmamıştım bu konuda.
Kayıttır.
Ülkücü
şehit olarak:
Akıncı
şehit olarak:
Murat
Mercan’ı ve Ensar Gül’ü düşününce, bu adam yaşasaydı, başımıza epeyi bela
olcaktı diye düşünüyorum.
(15 Mart 2016)
Fan, Trol, Stalking / Stalker
Fan,
bildiğiniz ‘hayran’ demek.
Trol,
internette kişileri veya konuları abartarak kullanıp, insanları kullanmak
demek.
Stalking,
yeni anlamıyla, bir insanı internette takip altına almak demek.
Stalking,
eski anlamıyla, bir insanı, genelde hayranı olarak, çok rahatsız etmecesine
takibi altına almak demek. Bu anlamıyla, sevdiği grubun peşinden şehirlerarası,
ülkelerarası, kıtalararası gitmek demek.
Bu
anlamıyla slaktivizm de stalking oluyor. 5 kıtada sivil toplum mitinglerine
katılmak başka türlü açaklınması zor bir durum.Ki bu da, internet davranışları
gibi, son 20 yılın davranışı.
Yani,
hepsinde çığ etkili viralite var.
Ondan
önce de zemberek etkili viralite.
Açımlaması:
Günümüz
yaşamı, insanı aşırı standart bir yaşam sürdüğünün bilincine vardırabiliyor.
İnsanlar da, farkılılık olsun diye, bu 3 davranışı gösterebiliyor ama bu da konfeksiyon davranış olmuş olalı çok
oldu.
Burada
sorun, hayranlığın boğuculuğa vardığına hangi noktada karar vermenin zor
olduğu.
Bir de
trollüğün, hayranlıktan mı, gıcıklıktan mı ileri geldiğinin kimi anlaşılaması.
Sonuçta, işin içinde aşırı ironi var.
Ancak
bizcesi iş sonunda, Museviler’in sarı yıldızla imlenmesine varıyor. Fan da,
trol de, stalker da, kurbanını çaprazla işaretlemiş ve tebeşirlemiş oluyor
çünkü.
Dipnotlar:
Bir:
‘Stalker’,
Tarkovsky’nin filminde kullandığı anlamıyla, ‘iz sürücü’demek ve bu da
epistemik / informatik / kognitif bir kavram ve davranış.
Oysa,
başlıktaki 3’ü de anti-epistemik / anti-informatik / anti-kognitif birer
davranış.
70 küsur
yıllık Bilgi Çağı’nda, çağdaş insanların % 99,99’u böyle davranıyor.
İnternette
ve siberuzayda bile. Örneğin hiç kimse, Wikipedia’da en yeni bilimsel kavramları,
örneğin yerçekimisel dalgaları aramıyor. Konu haber olunca belki arıyor ama
modası geçince aramıyor.
Açmaz da
burada zaten.
İki:
Pozitif
duygunun oldukça negatif sonuçlara varabileceğini de imliyor bu fay hattı.
Sevdiğin kişiye zarar verdiğinin bilincinde olamıyorsun yani. Bunun eski ve
arabesk formu, ‘seni sevmeyen ölsün’ ve ‘benim olmazsan, toprağınsın’ olmakta.
(15 Mart 2016)
15.03.16, 18:30.
Açmazda Duyumsamalar
Son 5
yıldır buraya gelmekte olduğumuzu önceden duyumsuyordum. Buraya geldik sonunda.
Savaşlar
ve terörler birarada.
Sorun
ölüm değil, sorun kültürel duvar.
Çok
basit:
Osmanlı,
1977 gibi açmaza tam girdi. 1932’de işler düzelmişti desek, 55 yıl ediyor.
Arada da milyonlarca kişi öldü ve göç etti. Üzerine bir de Osmanlı borç takıp
battı.
Araya
da, 1914 1. Dünya Savaşı, 1929 Global Krizi, 1944 2. Dünya Savaşı girdi
fazladan.
Cumhuriyet,
1983-2013 gibi açmaza girdi. 55 yıl desek, 2038 eder, o da benim 78 yaşım ve 22
yıl daha açmaz eder. Küllüm mafiş yani. Üzerine bir de Cumhuriyet borç takıp
gitti.
Araya da
benzerleri girecek, giriyor ve girdi bile.
Bütün
olay şu: %o 1 için, %o 999 küllüm mafiş oluyor. Bu, sömürü değil, katliam. Ve
katledilenler de, pay alacağım derken, bir biçimde, kendi katledilmelerine
katkıda bulunuyor. Ve artı, kaçmayı akıl edemeyen Museviler gibi davranıyor.
Dolayısıyla,
benim gibi 7 milyarda 1 kişiler, kalabalığın içinde sıkışıp kalıyor. Herkes,
ilgisiz yönlere koşuşturuyor çünkü.
Hesapça,
80 milyonda 80 veya 800 bin aklı başında kişiyiz. Onlar, kitleden berbat durumdalar.
Abuksuyorlar. 55 ve 65 yaş kuşağındalar, bunamış durumdalar yarı yarıya bir de.
Kitleden farkları, daha yavaş davranıp, daha çok yol tıkıyor olmalarında, çünkü
yaşlılar ve hantallar. Bir de, eline ayağına sarılıp, seni engelliyorlar.
Kenara
veya tenha bir köşeye çekilemiyorum. Ki turistik, ılık iklimli, vd bölgeler de,
bomba tehdidi altında.
Kendimi,
kesime günü yaklaşan kurbanlık koyun
gibi duyumsuyorum. Bundan, çıplak derililiğimin de payı yüksek ama artık en
salaklar dışında herkes duruma aydı ve panikledi.
Sorun,
yalnızca AKP’nin 10-20 yıl daha başta kalmaya ısrarı değil. Sorun, ahlaki,
siyasi, dini, hukuki kilitlenme. Devlet yok, toplumun öz-dengesi de yok.
Her
türden abuk sabuk davranış, sübyancılık, ayaktakımının sivil terörü, kitlenin
yönsüzlüğü, çok artmış durumda.
Oluruna
bırakmamayı arzu ederdim. Yapabileceğim başka hiçbirşey yok.
Yazmak
hariç.
Bir de,
klasik arazi olma durumu hariç.
15.03.16, 18:50.
‘Shit-Will-Age İstanbul’ Notu
‘Shit-Will-Age’,
‘İstanbul Banalite Atlası’nın ve ‘Lümpenlerin İstilası’nın tamamlayıcısı /
bütünleyicisi olarak, bir üçleminin üçüncü cildi olmakta idi.
Sanırım,
artık yaklaşık bir kitap oldu. (Sözü geçen sürede 47 parça varmış, sonradan
saydım.)
Bu da, üçü
birden toplamda için, çok değil kabaca 2 yıllık bir süre demek: Mart 2014 –
Mart 2016. (2014 (09-12 daktilolu) metinleri içinde, ‘Shit-Will’ parçası
yokmuş, sonradan not.)
Kubur ve kabir bir büyükkent’in ve zamanının kültürünün
nabzının kaydı oldu bu üçleme.
1930’ların
kaydı, marksist estetikçi üstadların (Adorno, Brecht, Lucas, Benjamin)
metinleri, 1. Dünya Savaşı ve 1929 Global Ekonomik Krizi ertesiki ve 2. Dünya Savaşı
öncesiki kayıtları demek: Geçmiş hakkında yazarken, bilmeden gelecek hakkında
yazdılar: Kafka’nın ‘Ceza Sömürgesi’si ve ‘Açlık Şampiyonu’su gibi.
Şu ya da
bu biçimde, (günce mektup olarak) onların öznel kayıtları da elde var.
Çift
destekli kayıt yani.
Biz,
benzeri bir durumu, 2010’larda yaşamaya başlamış olduk.
Öncül ve
sonracıl 2 dünya savaşı ve artı 2 dünya devrimi olasılığı yok ortada. Onun
yerine, birçok savaşçıklar ve devrimcikler, sözkonusu oldu, oluyor ve olacak.
Dünya’da
devletlerin sayısının artışı, daha çok 1960’larda başladı. Eski sömürgeler
bağımsız oldu. Sanayileşti ve kentleşti.
1990
sonrasında, benzeri bir devlet sayısı artışı silsilesi daha oldu.
Yani,
Dünya Sistemi açısından baktığımda, öne ve arkaya kayan, kümülatif etkilemeler
ve etkilenmeler sözkonusubu momentte.
Sorun,
1945’te AB için ortaya çıkanın, 2015’te ABD’yi de katarak, tüm Batı ve
dolayısıyla Dünya için ortaya çıkması:
Bilim, sanat ve düşün kaput.
Ki bu
da, başka bir yeni Orta Çağ göstergesi.
Yoksa,
savaş, kriz, darbe, şu bu hep var ve var da kalacak. Hani, ‘dengeli /
geleneksel dönem’ denilenler bile öyle idi zaten.
Bu
durumda, geriye maalesef yalnızca maddi uygarlık kalıyor: ‘Ye, iç, mala vur’,
zaten benim öküz halklarımın ezeli ve ebedi şiarıdır. Bir halta da yaramaz,
yaramıyor da, yaramamıştır da, yaramayacaktır da.
Çürüme,
fermentasyon, parçalanma, harmanlanma, melezlenme kalıyor geriye.
Hindistan
ve Brezilya için bunda kritik eşiği geçmek ve yeni sentezler bulmak, 50 yıl
daha alabilir, en kolay ve yakın olasılık olarak.
7
milyarda başka aday ülke de yok. TC dahil.
İşte,
bunları gözleyerek yazmak ve yazarken de, intihar
etme dozuna gelmeyecek kadar yüksek bir mizah dozu yakalamak çok çok zor.
Beni çok yoruyor örneğin.
Başa
gelen çekilecek ve yazılacak ama.
4. veya
daha çoğuncu ciltler olur mu bilemem.
Yazarken,
günceler dışında, en çok Acı çektiğim ve aynı zamanda en çok güldüğüm metinler,
bunlar oldu.
Tam
kabir ve kubur yani: Feçesli mezar
yani.
Biri
senin mezarına sıçarsa, Acı da; sen kendin kendi
mezarına sıçıyorsan, komik yahu.
O
nedenle ‘Shit-Will’: Bok iradesi, arzusu, yönelimi.
15.03.16, 19:50.
Yazmasaydım, Ne Olurdu?
Aslında
soru şu:
1984-2015
arasında, 14 bin parça ve 35 bin sayfa yazmasaydım, ne olurdu?
Soruyu
tersine çevirelim:
Sinema
yapabilseydim, bu kadar yazar mıydım?
Hayır.
Bilimkurgu
roman yazabilseydim, bu kadar yazar mıydım?
Hayır.
Modern
dans sahneleyebilseydim, bu kadar yazar mıydım?
Hayır.
Sözü
geçen her alandaki 1 eser, 90-180 gün, 5/7 gün tempo ile, günde en az 8 saat
çalışmak demek. (Sinema ve modern dans, üzerine bir de başkalarıyla çalışmak
demek.)
Oysa
aynı sürelerde, günde 4 metin ve 10 sayfadan, 360-720 metin ve 1.440-2.880
sayfa yazmış olmam mümkün. Ki bu da, 10-20 kitap demek.
Değmezdi
yani.
Ama bunu
şu an söylüyorum.
Yoksa,
‘İsimsiz’i sahnelemiş olmak isterdim, en az bir örnek niyetine.
‘Tsunamide
Sörf’ü roman olarak bitirebilmiş olmak isterdim.
‘Tsunamide
Sörf’ü film yapabilmiş olmak isterdim, dijital-film olarak.
3 güzel
proje için de, 30-60 kitap yazılmamış olurdu ki arkalarından gelecek
yorgunluk-boşluk süreleri hariç.
1993
sonundan itibaren bu kadar yazmasaydım da olurdu.
35, 100,
200 kitap idi zirve koyutlarım. 250’deyim şu an.
Ancak,
1974-1983 ve 1984-1993 verimsizlikleri de çok yorucuydu, yazının çıraklık ve
kalfalık dönemleri yani.
Gençliğim
gitti yahu. 20 yıl yahu.
Ancak
gerçek şu:
Benim
yazmadığım hiçbirşey, benim dönemimde yazılacak değil, yazılmadı da.
Sansürlediklerimi
ve pas geçtiklerimi özellikle katıyorum buna.
Ancak,
alıntılarımın gösterdiği üzere, parça düzeyinde kristal doğruları yakalayan da
çoktu ve birçok şeyi onlardan öğrendim.
En son
Aydın Selcen örneği ortada: Ben kestirimlerle yazdım bir sürü şeyi ve gördüm ki
adamın yaşadıkları, tıpatıp benim dediklerim gibi ama onunki kanıtlı ve
içeriden kayıtlı. Ama o benim yazdıklarımı okusa, katılmayacak, çünük
yaşadıklarının anlamının o olduğuna ayamıyor.
Bu,
sürekli ayma ve intikal etme durumu, kişilik yapımı çok değiştirdi.
Zaten
şizofreniktim ama hep başkaları oldum. Ve bu da, şizofrenimi arttırdı.
Belleğimdeki
yaşamlar, kişisel yaşantımı üsselce aştı. Sürekli anı okudum çünkü. Ki bu da
şizofreni demek.
Tüm
yarım şu:
Onlar
yabancılaarak özdeşleşti, ben özdeşleşerek yabancılaştım, aştım ve uzaklaştım,
içimde yolculuk yaptım.
Yazmasaydım,
20’li yaşlarımdaki saftirik Reha ynen sürerdi gibime geliyor. Çok temiz kalpli
adamdım ben yahu.
Ama
yazmayıp, o kadar aptal kalmak beni çok üzerdi. Seziyordum aptallığımı ama
sözcüklere hakim değildim. Fikir var, ifade yok idi.
Şu an
için ise, yazacak bir şey kalmadı sanırım.
Çünkü,
yazılacak ve yaşanacak durumu, ben epeyi önceden, gelecekbilimle yazıyla
zarflayıp, dış sınırlarını tanımlamıştım. Sürpriz falan da ummuyorum.
Yazmasaydım, yazamazdım.
Yazdım ve dolayısıyla yazmayacağım veya yazacaklarım artık çok çok
azaldı.
Son 2
tümce, çok ilginç bir momentimi imledi.
Yani:
Yazı,
libido, tarih verilerimin beni beslemeleri limite geldi. Çevresindeki
hidrojenin tümünü kullanan bir yıldız gibi oldum.
Artık,
bir yalnız-usta olarak, tuhaf bir
yalıtıklık içindelik ama çekimime kapılıp bana yaklaşanları yutmama çabası
gibi, yeni bir evrede kaldım sanırım.
Bu,
Dünya’ya sesimin ve yazdıklarımın ulaşması da demek. Tarih, öyle söylüyor.
İnsanlarla
aramdaki mesafenin artması da demek ki zaten çok uzaktalardı.
Tenis, Şike, İddaa
Bir
haber:
Dünya
tenis sporu kurumları olan, ITF, ATP, WTA girişimiyle kurulan TIU, son 10
yılda, Dünya sıralamasındaki ilk 50 tenisçiden 16’sı hakında şike iddiasını
gündeme getirdi ama araştırma yapılmadı.
En
başından beridir, aynı şeyi söylüyoruz:
İddaa
türü bir düzenleme, her tür şikeye açık kapı hazırlamak demektir. ‘Bilmem ne
zaman, bilmem ne olacak’ bahisleri var. ‘Oldururuz abi’ oluyor tabii ki.
2007’den
beridir, Dünya’da faiz ekside. 60-70 trilyon dolar da açıkta para var. Bu
durumda, % 5’lik bir getiri, yani 1,05’lik bir İddaa oranı bile, büyük para
getirisi demek.
Her gün,
neredeyse her saat bahis konusu var.
Küçük
paralarla oynatıp, kamufle olmak da mümkün.
Dünya
bahis piyasası, yılda 100 milyar ila 1 trilyon dolar imiş.
(Türkiye
için bu, yıllık 10 milyar dolar demek.)
İçki,
kumar ve seks, her zaman para demek. Özellikle, boştaki paranın yarısı mafyanın
iken. Özellikle devletler mafyalaşmış iken.
Bu
arada, sözü geçen miktarın, parasını rahatça harcayabilir olan 1 miyar kişi
başına yalnızca bin dolar ettiğini, Bunların gelirlerinin ise, yıllık 50-100
bin dolar olduğunu da belirtelim.
Yani,
alan razı, satan razı.
Sonuçta,
tersten bakılınca, devletlerin yaptığının da farkı yok:
2
toplayıp, 1 dağıtıyorlar. Onunla da silah alıyorlar.
Nasıl
ama?
İnsanların
kumar zevki, savaş finansmanına yatırım oluyor.
Dön baba
dönelim, cehenneme gidelim.
Bu arada
maliye, şike parasının bile vergisinin peşine düşebiliyor.
Çook
Müslüman’ız canım, çookk...
(15 Mart 2016)
16.3.16, 10:45.
2 Tuhaf Rüya
Dün
gece, atlamalı / aralıklı birkaç rüya boyunca, bu yıl Oscar alan yönetmen İnarritu
ile Ankara’yı dolaştım. İnsanlar onu tanımadılar. Bana yol sormuştu. AFL içerikli
bir rüya idi. Rüyamda, bir gece önce Ankara’ya gitmiş, akşam İstanbul’a dönecek
idim. Ankara’nın topografyası hakiki değildi. Sinema hakkında konuşmadık. Biraz
yemek hakkında konuştuk. O, başıboş olarak geziyordu, ben otogara ulaşmaya çabalıyordum. Bu ‘Ankara’da yol
bulamama’, rüyamda ve gerçek yaşamda başıma gelmiştir.
3 gece
önceki rüyada da, Rumelihisarı’nda bir mason
mezarlığı vardı. Hisarüstü’nden Hisar’a dikine inen 2 yolun karışımı olan
bir yolda, inişte solda idi. Mezarlık ağaçlıklı değildi. Mezartaşları
görünüyordu.
Bu 2
rüyanın anlamı ne? Anlamı var mı?
Bu sıralar,
bu türden aşırı absürd-ötesi rüyalar görüyorum. Gerçek yaşamda, daha öncekilere
benzemeyen kalıcı ve sürekli bir stres altındayım. Belki o duygu tabanı / fonu
/ geribeslemesi, bu türden rüyaları yaratıyordur.
Psike Art Seyir Defteri
Daha
önce de notladım ama derli toplu elimde bulunsun diye, bir izlek notlayayım
dedim.
Psike
Art yazarları süslü laflar etmeyi pek seviyorlar. Bir de, sözün gelişine
çakmayı pek seviyorlar. Bunların ikisi de, yazmanın nasılına yönelik 2 ipucu.
Oysa
Psike Art, yazmanın ‘ne’siyle daha çok ilgili olmak durumunda. Çünkü, sanatın
değil, bilimin konusunda seyrediyor.
Aranot: Sanatçıların bilimde alaturka çuvallaması
ile ilgili örnekleme ve seyir defteri yazılmak istenseydi, Psike Art buna 100 metinde, 1.000 paragraf
örnek-katkı yaratmış sayılırdı.
Buradan
vardığım genel sonuç ise şu:
Türk
yazarları, yazdıklarının kültürel ve tarihsel bilincinde değiller ve hesap
sorulunca ve yargılanınca çok bozuluyorlar.
Faşist
olsalar bile, Lili Marlene olmak değil, faşist olduklarının söylenmesi, onları
daha çok rahatsız ediyor.
Bu,
inkar kültünün bir biçimi demek.
Bu,
alaturka epistemik faşizmin bir biçimi demek.
İmlemiş
olduk.
(16 Mart 2016)
Shit-Will: Konular
Başlıklar:
Popüler
kültür: yeni Türk filmi akımı dönemi (seyirci artışı gibi)
X :
karşılaştır-karşıtlaştır
Gündelik
yaşam örnekleri:
Bir:
İnkar kültü,
İki:
Alaturka seçmen: vicdanı sağda, cüzdanı ortada ve oyu satılık,
Politika:
4 / 4 sağ parti
Özel
makro vaka 1: Kavimler göçü
Özel
makro vaka 2: Neo-terör dalgası
1980
neo-liberalizminin sonu: 2013-2015 sonrası, 2007 krizi sonrası
Ekonomi:
1980, 1987, 1994, 2001, 2008, 2015 alaturka ekonomik krizleri + ABD’nin 5-6
yıllık peryiodlu regresyonları; eski / yeni / yeni-eski ekonomik parametreler
akışı,
+
Anekdot
derleme: Gözlem, aktuel, gerçek, yaşam
Anekdot
ilintileme: Kuramlama praksisi
Kavramsal
çerçeve: Neo-alaturka faşizmin taslağı: Kuram ve praksis
1072
dönemi ile karşılaştır-karşıtlaştır
+
İstanbul
Bayağılık Atlası, Lümpenlerin İstilası ve Shit-Will’in iç – ara ilintilerinin
3’er 5’er paragrafla açımlanması uygun.
Örneğin:
Lümpenlerin İstilası, iç ve dış lümpenlerin nüfus hareketleri ile ilintili. Bu
ise, neo-Kavimler Göçü’nün küçük ve Türkiye ilgili bir bölümü.
+
Not:
Eğer yapılabilirse, anekdotların Shit-Will ile ilintili olanlarının altına not
düşülsün. Aslına bakılırsa, anekdotların 1.000 (bin) tane ve 4-5 ciltlik kitaba
dağıtılmış olarak derlenmesi gerekli. Ciltlerin biri de, Shit-Will olacak.
Yalnızca öylesine denk gelinmiş ve birbiriyle ilintisiz-anekdot olan 1 cilt de
olacak.
+
Çıkış
soruları: 4. veya daha çoğuncu ciltler olacak mı? Birer veya daha çoğar
alternatif öykü sonu yazılacak mı?
(16 Mart 2016)
Bir
haber:
“Bugünkü
sonuçlarla Sanders’la arasındaki delege farkını iyice açan Clinton, (467’si
süper delege) toplam bin 561 delegeye ulaşmış durumda. Buna karşılık Sanders
(26’sı süper delege) toplam 800 delegenin desteğini aldı. Partinin adaylığını
kazanabilmesi için ikiliden birinin 2 bin 383 delegeyi hanesine yazdırması
gerekiyor.”
Öbür
tarafta da Trump önde gibi.
“Cumhuriyetçi
Parti kanadında yapılan ön seçimlerde ise, Florida ve Ohio büyük önem arz
ediyordu. Bu iki eyalette seçimi kazanan aday adayının tüm delegeleri alacağı
(winner-take-all) yerler olduğu için hem Donald Trump, hem de rakipleri
açısından hayati derecede önem taşıyordu. Partinin Temmuz ayında yapılacak
kurultayına Florida 99, Ohio ise 66 delege gönderecek.
Emlak
zengini Donald Trump, Florida’daki kritik yarışı önde tamamladı. Oyların yüzde
45’ini alan Trump, böylece eyaletteki 99 delegeyi hanesine kaydettirdi. Trump’ı
yüzde 27 ile Rubio, yüzde 17 ile Teksas Senatörü Ted Cruz ve yüzde 6 ile John
Kasich takip etti.
Memleketi
Florida’daki yarışta Trump’ın gerisinde kalan Marco Rubio, bu sonucun ardından
seçim kampanyasını askıya aldığını duyurdu.”
Bana
öyle geliyor ki Cuhuriyetçiler, Trump’ın önünü kesmek için, çaktırmadan
Clinton’u destekler gibi.
Ancak şu
da açık:
Dış
politikada her ikisi de açıkseçik değil.
İç
politikada ise, gelen ekonomik regresyonu ikisi de kesemez. Bu açıdan aday
olarak, her ikisi de kendilerine zarar vermiş oldular. Batan geminin kaptanı
olmak pek iyi bir şey değildir.
Batan
gemiyi yönetecek kaptan olmak, imkansıza yakın zorluktadır çünkü. Felaket
yönetimi uzmanı danışmanlar gerektirir ve ABD’lil danışmanların tümü de
felaketi yadsıyorlar, onu kendileri yaratmış olsalar bile...
Dolayısıyla,
2016-2024, özellikle de Putin bu sürede tümüyle Rusya’nın başında olursa,
Dünya’nın pikeye geçtiğinin kabul
edildiği dönem olarak tarihe geçecek gibi.
Eh,
Nasreddin Hoca hesabı:
Seyreyle
gümbürtüyü o zaman...
(16 Mart 2016)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder