Demirtaş, Türkler, Malazgirt, Kürtler
Demirtaş
abuksamalarına devam etmiş:
“1071'de
Alparslan Malazgirt'e gelmeden önce de Kürtler burada vardı.”
Not:
Birden, haberin Eylül 2015 tarihli olduğunu gördüm. Dolayısıyla durumum, Laz’ın
‘ben şimdi öğrendim’i gibi oldu.
Oysa,
olayın aslı şu:
Alparslan,
bugün bilmediğimiz bir nedenle, Anadolu’ya / Bizans’a saldırma / girme
arzusunda değilmiş. Suriye’yi fetihle meşgulmüş o sıralar.
Bizans,
doğuya doğru saldırıya geçince, Malazgirt’te savaş olmuş ve Türkler kazanmış.
Ancak
yine de Türkler, Alparslan ertesi yıl ölene dek, Anadolu’ya girmemişler.
Sonraki
20 yılda (1072-1092) ise, Anadolu’nun neredeyse tamamı fethedilmiş ama o zaman
da Büyük Selçuklu bitmiş.
Anadolu
Selçuklu olunca, onun asıl adı Roma-Konya olmuş (Roum-Iconium veya Selçuklu-Rum).
Keza
Fatih de, İstanbul’u aldığı için, kendini Roma’nın devamı olarak görürmüş. Bir
rivayet de, anası Hristiyan olduğu ve kendisi de o eğilimli olduğu için, oğlu
onu zehirletmiş.
Bu
olaylar vuku bulurkene, ortalıkta Kürtler falan yok. Hakkari-Yüksekova bile, neredeyse
900 yıl sonra, 1924’te bile, Keldaniler’in mekanı çünkü. 1000-1900 arasında,
Rize-Adana hattının doğusunda ve güneyinde Kürtler hep azınlıktı yani,
Hristiyanlar’a karşı yani, bakınız Gotha Almanac 1911. Ermeniler gibi,
Keldaniler de yanlış ata oynayınca, ortalık Kürtler’e kalmış oldu.
Şimdi,
bu kadar dezenformasyonla, Selocan’ın adını Adolfcan yapabilir miyiz acaba?
Hani
kitle, en çok dezenformasyon yapana oy veriyor ya...
(1 Mart 2016)
Faşizme Karşı Faşizm
Ve
engizisyona karşı engizisyon.
İlk tez,
Brecht’in ‘yabancılaştırmaya karşı yabancılaşma’ tezinin antitezi.
Onun
dediğini yaparsanız, yabancılaşarak
özdeşleşirsiniz, yani sistemle.
Oysa tam
tersine, özdeşleşerek yabancılaşma
gereklidir. Yani, popüler kültür zehrini
sonuna kadar tüketerek, ona karşı bağışıklık kazanmak, onu aşmak ve onu cazlaştırmak için bu gereklidir.
Blog da
bir popüler kültür ürünü. Dolayısıyla bu tez, ona da uygulanıyor.
Blogcu,
yazar, entellektüel; Milena gibi, Musevi ve komünist değilken, Museviler’i ve
komünistleri Naziler’in elinden kurtaracağım derken, kendi toplama kampında
ölmez.
Aydının
alnında, 32 puntoluk keriz yazmıyor çünkü.
Oy hakkı
olanın oy sorumluluğu da vardır. Eğitim hakkı olanın eğitim, bilgi, kültür
sorumluluğu da vardır: Kitlenin, halkın yani.
Blogcu
durumu saptar. Doğru bilgi verir.
Bu,
faşizme karşı faşizm ise, faşist de olunur.
Sonra
da, sisteme bağlanmaz, sistemden ayrılır.
O
lafları eden Brecht de, tüymüştür zaten. Toplama kampı falan da görmemiştir.
Ama sallar: İlk bilmem kimi götürdüler, sonunda götürecek kimse kalmadı.
Bugün
TC’de faşizm ve engizisyon var. Bunu söyleyebilmemiz, bunun olmadığını
göstermez, kellemizi giyotine soktuğumuz
anlamına gelir.
Bunu
söylüyoruz, çünkü kitle / halk, iktidar seçkinleriyle birlikte, kendi kanını içebilmek için pazarlık
ediyor, sisteme bağlanıyor.
Blogcu,
yazar.
Bizim
şavalak RB’cular gibi, gidip Silivri’de poz verip, sonra da kendi yazarını ipe
yollamaz.
Blogcu,
doğruyu bilir, doğruyu yazar.
Bu, faşizme karşı faşizm olsa da, öyledir.
Dipnot:
Meraklısına
not:
Doğru,
bazan faşistçe olabilir, ‘İstanbul’a Atom Bombası’ metinlerimiz gibi...
Denge
olsun diye, kendimize karşı da, faşist olduk hep.
(1 Mart 2016)
Federal mahkeme: FBI Apple’a
baskı yapamaz
Bir
haber:
“FBI
yetkilileri, Brooklyn’de süren uyuşturucu davasında Apple’dan ele geçirilen bir
iPhone’un kilidinin kırılmasını talep etmişti. Bu talebi geri çeviren Apple ile
FBI mahkemelik olmuştu.
New York
Federal Hakimi James Orenstein, FBI’ın bu konuda Apple’a baskı yapamayacağına
hükmetti.”
Oysa,
bölgesel mahkeme tersine karar vermişti.
Yani:
Bir:
Artık
hukukçular, tarihsel ve kültürel baskı karşısında, yolsal çatalalnma yaşamaya
başladı: Yani, kimi sisteme karşı eğilirken, kimi bireysel tavrını korudu.
İki:
Özellikle
G-7’deki sistem, bireysel özgürlükleri hak olarak artık takmamaya başladı.
Üç:
Bu,
emekçi haklarının geriletilmesiyle birleşince, ortaya bir neo-faşizm +
neo-engizisyon sentezi çıktı.
Üç için
not:
İspanya’da
en yoğun engizisyon yaşanırken, benzeri kafasına göre mülke el durumları aynen
yaşanmıştı. Yani, Krupp faşizmi gibi, ortada bir Krupp engizisyonu geleneği de
var. Bizdeki sağlam Demirbank’ın devlet eliyle batırılması gibi.
Hakların
kaldırılması, ‘tekli dahi edilemez’den, ‘leyn, biz kafamıza göre (bürokrasi
eliyle) resmi-talan yaparız be’ye geldi.
Tüm
bunlar da, bireysel özgürlük yatağı sayılan ABD’de olup bitti.
E tabi,
o zaman da gelsin Trump...
(1 Mart 2016)
Sinemada Editörlük
Burada,
olumsuz bir eşanlamlılık var:
İngilizce
‘editing’, sinemada ‘kurgu’ anlamında kullanılıyor.
Türkçe’de
ise, bunun için ‘derleyici’ sözcüğü var.
Kurgu ve
derleme ise, aynı şeyler değil.
Edebiyatta
derleme şu biçimde oluyor:
Adamın
biri, bir anafikri yaşama geçirmeye karar veriyor ve bunun için birçok yazara
başvuruyor.
Örneğin
diyor ki:
“Sizin
en tehlikeli düşünceniz nedir?”
Gönderiyor
bilimcilere.
Kaçı
yanıt vermişse oluyor 1 derleme kitap. (Böyle bir kitap var ve bazı bilimciler,
konulan sürede soruyu yanıtlamamış ama yanıtlamayı taahhüt etmiş.)
Editör
bunu düşünmese, bu kadar yazarın aklına o soruyu yanıtlamak gelmeyecek, aslında
bilimci yazarların aklına bu soru kendiliğinden gelmiş olması gerekir ama
gelmiyor işte ne şazık ki.
Sinemada
da bu yapıldı:
1895
üretimi, özgün Lumiere bir kamera, 1990 gibi bulundu. Sineama editörleri bunu
tamir ettirdi ve kullanılır duruma getirdi. Sonra da yönetmenlere gittiler:
Bununla
birer film yapın.
Kural
şu:
Tek
çekim ve 52 saniyelik rulo film.
40
yönetmen yaptı ve ortaya ‘Lumiere and Co.’ çıktı.
Not: Bu
proje tamamlandıktan sonra da, o sırada programı dolu olan yönetmenlerin, bu
haberi bilip, sonradan o kamerayla o filmi çekmesi gerekirdi. Bunu istemeyeni,
yönetmen sayamam ben.
1
düşünce daha:
Sinema
üzerine birer film yapın.
1
düşünce daha:
11 Eylül
üzerine, 11 dakika 09 saniye’şerlik birer film yapın.
1
düşünce daha:
Mayın
üzerine birer belgesel yapın.
1
düşünce daha:
‘Matrix’
üzerine çizgifilm yapın.
Hepsi de
film yapıldı.
Hepsi de
internette var.
İşte, sinemada editörlük bu olmakta.
En son,
‘Loving Vincent’ filmi yapıldı, van Gogh’un eserlerinden olmak üzere, 40
ressama 55 bin kare yeniden ürettirildi ve bunlar film için birleştirildi.
Dünya’nın ilk resim-film’i oldu
böylelikle.
Bu
yaklaşım, bu sıralar dizilerde de kullanıldı. Burada, anafikri editör yerine,
prodüktör getirdi. Ortaya ‘Hannibal’ çıktı.
Ancak,
burada hala eksik olan bir şey var:
Eğer bir
editör, bir eleştirmen denli çok film izlemişse, hangi yönetmenin neyi iyi film
yapacağını da bilir. Baştan bilirse, kötü örnekler yapılmadan elenmiş olur.
Eğer bir
editör, editör filmlerini izlemişse, hangi yönetmenin bu işi kıvıramadığını da
görür. 11’’ 09’ 01’daki 11 filmden 2’si çok iyi, diğerleri berbat idi örneğin,
çekilmese daha iyiydi yani. ‘Lumiere and Co.’daki 40 parçadan yalnızca 2’si
film idi. 38 yönetmen, Lumiere sineması nedir bilmiyordu. Utanç verici bir
durum ama gerçek de bu.
Dolayısıyla:
Sinemada
100 tür veya alttür varsa, editör filmi de bir tür. 1 milyon film yapılmışsa
toplamda, 10 bin de editör filmi yapılabilir demektir. Oysa, henüz 100 tane
bile böyle örnek yok bildiğim kadarıyla.
Not:
Trier’in diğer bir yönetmene, 5 kural-engel koyup, 5 film yaptırması, çok çok
özgün bir örnek. Sorun, eğer Trier bu engelleri kendine koyabilseydi ama
koyamadı da... Dogma’nın kendi koyduğu 10 kuralı Dogmacılar’ın kendilerinin
çiğnemesi durumu da, ironik ötesi bir örnek.
Ben bir
editörlük önerisinde bulunayım:
Eski
Yugoslavya savaşları konusunda yoğun film yapan 3 yönetmene yönelik bir söyleşi
filmi. Çünkü, hala estetiko-politik
yalpalar vurmayı sürdürüyorlar, başta Kusturica olmak üzere.
Hadi,
bir de alaturka örnek olsun bakalım:
İstiklal
Caddesi’nde, 24 saatta, 24 yönetmen, 24 saatlık / 1 günlük konulu / öykülü,
birebir zamanlı filmler çekecekler ama hiçbiri diğerinin kadrajına girmeyecek.
Aynı anda da, en az 7 yönetmen çekim yapacak.
Yani:
Sinema
bitmez, çünkü henüz başlamadı.
(1 Mart 2016)
Kadın olup da bakımsız olmak olmaz
elbet
Bu sav,
Canan Ekinci Yılmaz’ın.
Bu sav,
kadın demokrasisi, kadın hakları, kadın dünyası için utanç verici bir şey
bencesi.
Erkekler
bunu söylediği zaman ayıp oluyor.
Neden,
bir kadın söylediğinde ayıp olmuyor?
Neden,
bir kadının bakımlı olması gerekli?
Neden,
bir kadın ilkin ve en çok dış görünüşüne önem verir?
Neden, bir
kadın güzel ve zeka eksikli ve bilgi eksikli olur?
Neden,
bu açıkça savunulur, hem de bir kadın tarafından?
Bu
sorunları geçelim:
Asıl
sorun, bu yazarın yazar sayılması ve bunları yazmakta ve yayınlanmasında sakıca
görülmemesi. (Editörümüz de bir hanım.)
Şunu
unutmayın.
Nasıl ki
Müslüman olmayı yazarak aşağılamak bir suçsa, kadın olmayı aşağılamak da bir
suçtur.
Suçtur,
ayıptır. Günah olsa da olur, olmasa da olur.
Yazık,
diyorum ve susuyorum.
Dipnot:
Siz hiç
Halide Edip’in böyle sözler ettiğini gördünüz mü?
Ya da
Tezer Özlü’nün?
O
nedenle Cumhuriyet battı ve bitti. Kendilerine bedava hak verilen kadınlar, onu
koruyacağına bakımlarını koruduğu için.
Unutmayın:
Güzel görüntü, faşizmin tezlerinden birisidir.
(1 Mart 2016)
Trump’a Süper Salı Tepkisi: Nasıl
Kaçarım?
Bir
haber:
“Trump'ın
'Süper Salı'daki zaferinin netleştiği saatlerde pek çok ABD'li Google'da,
"Kanada'ya nasıl yerleşirim" araması yaptı!
...
New York
Daily News gazetesi de dünkü (çarşambaki) baskısında, Donald Trump’ın başkan
seçilmesi halinde ülkeyi terk etmeyi düşünen okuyucularına, hangi ülkelere daha
kolay yerleşebileceklerine dair ayrıntılı bir dosya sundu. Haberde Amerikan
vatandaşlarının Kanada, Ekvador , Avusturya, Meksika ve Singapur’a rahatlıkla
yerleşebileceği kaydedildi.”
Demokrasi
beşiği sayılan ABD’den de kaçılır...
Ekonominin
şahı kabul edilen ABD de iflas eder, etti de.
İşte
buna, ‘kaybet-kaybet’ oyunu deniyor. Tüm şıklar eksi çünkü.
Bir anekdot:
Ünlü
oyuncu Mel Gibson, Vietnam Savaşı’na gitmesin diye, babası Avustralya’ya
taşındı. Gibson büyüdü, adam oldu hesapça ve oyuncu olarak taa Avustralya’dan
ABD’ye geri döndü. Taş dibine düşüyor yani.
Burada
asıl önemli olan ise şu:
McNamara
ve Kisisnger nezdinde bir gelenek var ABD’de: İşadamlarını yüksek düzeyde
politikacı yapmayı seviyorlar. Kendilerinde sevmkele yetinmiyor, Meksika
ekonosini kurtarsın diye, Coca Cola CEO’sunu adamlara zorla politikacı diye
dayatıyorlar (25 yıl önceki olaydır).
Dorudur
Krupp’tan faşist olur, olmuştur da.
Ancak
Krupp, parti yöneticisi falan olmaya kalkmadı, yalnızca ‘çalışmak
özgürleştirir’ diye bir yumurta yumurtladı, o kadar.
ABD’de
dolar milyarderi Peros da başkanlığı denedi ama beceremedi.
İşte işin
özü burada:
Başkanlıkta
YMCA bitti. Siyahi, kadın, dolar milyarderi, şu bu, bir şeyler uydurmak
zorundalar artık.
Yeni ve
farklı diye, Trump’ı kakalayacaklar ama olmayacak.
(3 Mart 2016)
Ahmet Oktay Vefat Etti
1933
doğumlu imiş. Ben de yeni öğrendim.
Yani,
uzun dayanmış. Cumhuriyet’in 2. onyılının çocuğu imiş.
2015
yılı, bu kuşağını peşpeşe vefat ettiği yıl oldu. Böylelikle, 2013’(te tasfiye
edilmiş olan 1. Cumhuriyet’in yazar ve aydın kuşağı da son bireylerini
tüketiyor oldu.
Ahmet
Oktay, belki 2., belki 3. sınıf bir yazardı. Deneme de yazardı ve 1. sınıf
denemeci çıkaramadan bitti 1. Cumhuriyet.
Benim
için, patolojik bilanço budur.
Denemeciler,
güzelyazıncıların tersine, hissi değil, düşüncesel metinler yazarlar.
Yani,
Cumhuriyet beyin yetiştiremedi ama yürek çok fazla yetiştirdi. Ortalık
sakatatçı dükkanına döndü hatta.
Ben 1960
doğumluyum. Yani Ahmet Oktay kültürel babam olacak kuşaktan. Oysa ben
Fassbinder’i kültürel babam sayarım, Kafka’yı da kültürel dedem. Babamın babası
1900 doğumlu idi, babam 1936 doğumludur ve hala sağdır; Kafka 1883 doğumlu idi
ve 1924’te öldü, Fassbinder ise 1945 doğumlu idi ve 1982’de öldü. İkisi de
erken öldü yani, Ahmet Oktay’ın tersine.
Edebiyat
tarihinin olumsuz bir yanı vardır, geçmişe doğru menzil uzadıkça, en değerli eserler
bile değersizleşir, örneğin artık ‘Sefiller’ gibi klasik-klasikler yerine,
modern-klasikler var, Kafka modern-klasik idi örneğin.
Montaigne
gibi istisnalar dışında bu, deneme gibi güzelyazan ve kurmaca olmayan alanlar
için de geçerli. İşin acaibi de şu: Geçmişe doğru hala okunası 100 veya 500
eserin hemen hiçbiri güzelyazınsal veya kurmaca değil.
Dolayısıyla
Yaşar Kemal x Ahmet Altan çelişkisi hala var:
Yaşar
Kemal’in ‘İnce Memed 1’i (1946-1996) 50 yılda 1 milyon okunmuş, Ahmet Altan’ın
bir kitabı 1 yılda 1 milyon satıldı. İlki hala okunuyor, ikincisi artık
satılmıyor.
Yazarın
böyle bir seçeniği var yani:
Oğuz
Atay gibi, ‘neredesin ey kari?’ diye diye ölmek ve 20 yıl sonra çoksatar olmak
da var, Mehmet Seyda gib ölümünden sonra kitabı basılmamak da.
Ahmet
Oktay, bunların arasında her yıl 500 gibi satan biri olarak yer aldı.
(3 Mart 2016)
Serol Aksel’e Blogculuk Önerileri
Sorusu
şu:
“Selam
Herkese;
Kaç
zamandır blog ile ilgili canımı sıkan bir konu var. Yönetime 2 defa mail
attığım halde lütfedip dönüş yapmadılar... Bazı blog yazarlarına iltimas
geçildiğini düşünüyorum... Bu siz de olabilirsiniz smile ifade simgesi. Ama ben
kendi adıma hakkımla okunur bir yazar olmak isterim. Sizin de öyle olmak
isteyeceğinizden eminim. Şunu da söylemeliyim, toplam okunurluk yönünden bir
sıkıntım yok... Ama her gün aynı yazarların blog sayfasında ve ana sayfada
dönmesinide adaletli bulmuyorum... Bu konuda bir istatistik var mıdır? Kim kaç
kere ana sayfada yada blog sayfasında çıktı diye.. Hiçbir şey yapamıyorsanız,
sırayla yapın. Başka öneriler de olabilir. Aksi takdirde, yeni başlayanların da
azmini kırıyorsunuz. Ben 3 senedir yazıyorum, anasayfaya çıkışım, 2 ya da 3’ü
geçmez. Son 6 yazım da, blog sayfasını dahi görmedi... Bilmem anlatabildim mi?
Elim
değmişken, başka bir sitemimi daha yazayım. Blog sayfası çok kötü dizayn
edilmiş ve çoğu fonksiyon, ya çalışmıyor, ya da yanlış çalışıyor. Bir IT’ci
olarak söyleyebilirim ki basit bir iş olmasına ve bu kadar kitleye hitap
etmesine rağmen, bu işe niye kimse el atmıyor anlamış değilim...”
Yanıtım
da şu:
“3,5
yıllık gözlemim şu: RB, günde 2-3 kere, sabah, akşam üzeri veya akşam ve
geceyarısı olmak üzere, sayfa yeniliyor. Bunun saatları hep oynuyor. Bana
olduğu için biliyorum, dakikası tutarsa, metniniz ilk 5 metin arasında yarım
günden uzun süre kalabiliyor ve bu, okunurluk sayısını epeyi arttırıyor. RB'de
şu an günde 100 metnin aşağısında yayın var, her gün 1'den çok metin yazarsanız
ve dediğim gibi, değişik saatlarda yayına sokarsanız, 15 günde hızlı tırmanış
yaparsınız. Onun dışında seks, din, sansasyon, magazin, futbol gibi konular çok
okunuyor. Viral okunma kuralları gereği de, çok okunan çok okunuyor (bu,
totoloji değil). Bu ilkeler çerçevesinde metinlerinize bakayım, 1-2 özel öneri
de mesaj olarak gönderirim. İyi okunmalar dilerim. Son olarak da: Dini
safsataların korkunç sayılarda okunduğunu imleyerek, RB'u ciddiye almamanızı
öneririm.”
Yazma
temposu:
2016 (9)
2015
(46)
2014
(72)
2013
(134)
2012
(16) (Eylül-Ekim gibi başlangıç)
(03.03.16,
13:00.)
Eh, tempo
düşük ve giderek de düşmüş. Yılda 180-200 en iyisi.O nedenle blogculuk, emekli
işi ama onların da yazacak beyni kalmamış oluyor.
Konular:
Bilim
Teknoloji (31), Dünya (2), Eğitim (1), Felsefe (38), Gezi Parkı direnişi (2),
Kültür ve Sanat (21), Medya Televizyon (3), Politika (95), Sağlık Güzellik (2),
Soma'da Facia (1), Spor (3), Şiir Deneme Öykü (7), Türkiye Gündemi (7), Yaşam
(64).
İyi de
değil, kötü de değil. Bilim veya sinema gibi, az yazılan konularda yazmak iyi
bir öneri olabilir. Gezi ve Soma gibi geçici konulardan uzak durmak olabilir.
Kendi sansasyonunu kendin yaratmak en iyisi. Konuyu yoktan var edeceksin yani.
Okunurluk:
Yazı
başına 1.000 iyi ama toplam 350 bin az. 2012’den beridir burada olan biri için
az. 600-750 binden sonrası yukarısı demek.
Sonuç
veya çözüm:
Öneriler
belli. Onları uyguladım ve hep ilk 10’dayım. Çok yazı, metin başına okunmayı
düşürüyor ama toplam okunmayı arttırıyor. Milyon klübündeki 5 kişiden biriyim
ki hepimiz de başından beridir buradayız.
Kendine
kriter koy, şu kadar yazı ve şu kadar okunma diye. Ben 2 yazıyla bin, 4 yazıyla
2 bin, 6 yazıyla 3 bin okundum / okunuyorum günde. Bana çok bile.
En
önemlisi:
RB er
veya geç kapatılacak. Tüm yazılarını şimdilik Blogger’a yedekle. Şu an, hiç
silmeme savındaki tek yer orası.
Her
metnim ilk gün 150 ortalama okunuyor ama 3 bin okunduğum zaman, onlarca diğer /
eski metnim de okunuyor demek oluyor. Bu, herkes için böyle.
İnternet
bunun için:
100 sene
sonra da okunabilirsiniz. Hem de sizin açınızdan bedava, çünkü sayfanızdaki
reklamlardan para kazanıyorlar. Siz yeter ki okunun.
(3 Mart 2016)
Bloglar ve Editörler
Not:
Tuhaf ama bu konuyu yazmayı unutmuşum.
MB’da
yaklaşık 10 yıldır, RB’da ise 3,5 yıldır blog yazıyorum.
Her
ikisi de günde 100 bin okunma sınırını aştı. Bu da orta çaplı bir gazete demek,
okur başına 2-3 metin ile yani.
MB’da
sanırım 3, RB’da ise 2 editör ile muhatap oldum.
İlginç
ama:
5’i de
kadın idi.
Neden?
Çünkü
gazete patronları blogu önemsemiyorlar. Bunu da, köşe yazarlarının okunma
sayılarını blogculara kaptırmadan önceki dayılanmalarından biliyoruz. O nedenle
de, hanımları müdür yapmayı sevmedikleri için, önemsiz gördükleri konularda
onları müdür yapıyorlar.
Oysa bu
editörler, Abdi İpekçi konumundalar:
Tek
başına, imkansız peşinde.
Sonrası
feci tabii:
İş
denetimlerinin dışında. Sudaki balık denli, bilinçsiz durumdalar. Kendilerine
ne söylendiğini algılayamıyorlar. Kapasiteleri uygunsuz çünkü. Eğitimleri,
donanımları, şuları buları yetersiz çünkü.
Bunun
antitezi de vardı, bir erkek editör:
Yurtsan
Atakan.
Bütün
kaliteliler gibi, erken vefat etti.
Kendisi
Hürriyet’te iken Onpunto’yu, Akşam’da iken Naberler’i kurdu. Az blogcu ile çok
yüksek bir düzey yakaladı. Tıklanma sayısı da.
Sonra da
kanser oldu.
Ancak, o
günlerden kalma blogcular hala mevcut. İletişimdeyiz de.
Yani:
Bir ana
akım var, bir sapa akım.
Her
ikisi de başarılı oldu ve her ikisini de yumurtlayan tavuğun önce ırzına
geçerler, sonra da keserler, oldu. Türk işi yani.
Ancak:
Burada
sorun, editörler de değil, blogcularda oldu.
Okumadılar,
öğrenmediler.
Sonuç
da:
Dalgalar
halinde, eski blogcular küstü, yeni blogcular geldi, editörler baki kaldı,
oldu.
Bol gürültülü Hacivat-Karagöz
oyunu gibi.
Oysa hem
editörler, hem de blogcular oto-organize olacaklardı. Her biri, en güçlü olduğu
alanı / konuyu markaja alacaktı. Ciddi bir basın muhalefeti olacaktı.
Düşünün
ki AKP, 10 yıldır henüz blogları vurma tenezzülünde bile bulunmadı. Yani,
tehlike olarak algılamıyor onları yani.
Editörler
uygunsuz çobanlar, blogcular uygunsuz koyunlar oldu.
Böylelikle:
Hep
birlikte mezbahadayız, toplama kampındayız, faşizmdeyiz, engizisyondayız
işte...
Elimize
sağlık...
Daha
beter olalım...
(3 Mart 2016)
Murathan Mungan ve Sur
Sur
üzerine yazmak böyle kısmetmiş.
Çünkü
Mungan, Sur konusunda konuşmuş:
“48.
SİYAD Türkiye Sineması Ödülleri töreninde konuşan ünlü şair ve yazar Murathan
Mungan, ‘Birbirimizin hikâyelerine, hayatlarına ne zaman bu kadar yabancı
olduk? Gezi'nin hikayelerine sahip çıkanlar; Sur'un, Cizre'nin, Amed'in,
Kürdistan coğrafyasının hikayelerine niye bu kadar yabancılar? Akılları, vicdanları,
ahlakları niye bu kadar yabancı oldu?’ sözleriyle büyük alkış aldı.”
Mungan
da, Pamuk gibi, ünsüz iken, doğrudan politik metinler yazmayan ve konuşmayan
biri iken, ünlü olduktan sonra, böyle çıkışlar yapmış oldu.
Mungan’ı
1990 gibi, bana zorla okuttular.
‘Bu adam
eşcinsel yahu’ dedim.
‘Nasıl
anladın ve sen öyle değil misin?’ dediler.
‘Ferdi
Özbeğen kültürüm var ve değilim’ dedim.
Gülümsemedim,
sırıttım yalnızca.
Böylelikle,
gençkızlarımızın hassas ruhlu erkekleri eşcinsel sandığı gerçeğini de görmüş
oldum.
O zaman
Mungan’a ‘Kürt prens’ deniyordu.
Ancak,
bildiğim kadarıyla Kürtler, eşcinselliğe Türkler kadar, belki daha çok
düşmanlar. Bakınız, Mahzun Kırmızgül’ün güneşi görmesi. Filmde, doğru konuşan
bir tek kişi vardı, o da eşcinseldi ve öldürülüyordu. Kürtler’in enformasyon teorisi böyle bir şey olabiliyor ne yazık
ki.
Mungan’ın
da hislerle işi olduğunu biliyorum ama düşünceyle, bilgiyle, doğruyla,
enformasyonla, kognisyonla işi olduğunu, hiç mi hiç sanmıyorum.
Gelelim
konuyla ilgili dezenformasyonuna:
Sur (ve
diğerleri de), başarısız bir halk isyanı
denemesi idi. Devlet başa yerine,
kuzgun leşe oldu. Ve sonra gelsin ağlak oldu...
En
mavrası Apo’nun zigzagı oldu: Önce halk isyanını teşvik etti, sonra arkasından
çekiliverdi. Kimse de ona, ‘gözünün üstünde kaşın var’ diyemedi.Sıkıysa
desinler...
Kürtler
üzerine 6 ayda 1 kitap yazmayı tamamlamış biri olarak, hiç de sessiz kalmış
falan değilim. Yalnızca, onların safında
değilim. Onlara göre ise, ancak onların lehinde yazan ve onların safında
olanın sesi çıkıyor sayılıyor.
Entellektüelim
ve entellektüel, mazlum-kitle dahil, iktidar seçkinleri dahil, herhangi bir saf
tutmaz. O mazlumlar ergeç zalim oluyor, oldu da çünkü.
PKK
nasıl ki kendini emperyalistlere dayadıysa, yeni oluşum denilen YPG de öyle
yaptı. Sonra da, ABD’den azar işitti: Pekekeleşmeyin leyn...
Hala
eksik kalan bilgi var:
Demirtaş
ve HDP, 2015’in ikinci yarısındoa AKP’nin savaş hükümetinde yer aldılar ve oy
yitirdiler, girenler de pişman olup istifa ettiler. Kabineye girmeyi reddedeni
de Demirtaş tasfiye etti ve yeniden seçtirmedi.
Biz,
doğruları yeterince dilegetiriyoruz. Mungan’ın da bunları dilegetirmesini
bekliyoruz.
Şaka
şaka, öyle bir şey olmaz tabii ki...
Mungan
ne zaman doğruyu yazmış ki 60’ından sonra bunları da yazsın?
O yazsa
yazsa, masal ve hikaye yazar işte...
Gençkızları
dezenformasyonla ikna eder...
(3 Mart 2016)
Ahmet Oktay: Bugün Sait Faik’in
Yaptığı Edebiyatı Yapmanın Olanağı Kalmadı
İşte bu
nedenle Oktay, 3. sınıf bir denemeci idi.
Küllüm
mafiş bir tez.
Hayır.
Bugün
Sait Faik gibi de yazarsınız, Bukowski gibi de, asıl önemlisi Feneon gibi de.
Naturalist
ötesi naturalist bir yazın mümkün bugün.
Kurmaca
veya kurmaca-dışı. Güzelyazın veya çirkinyazın. Alt-yazın veya üst-yazın.
Ki onun
sürdüğü alan olan deneme, daha tanımlandığı anda bir meta-edebiyat alanı idi,
çünkü yoktan var edilmişti, Montaigne tarafından.
Oktay
ise, 500 yıl sonra bile, Montaigne denemeciliğinin gerisine düştü.
Montaigne,
alaturka anlamda gibi hümanist değildi çünkü. O insanı değil, doğruyu seviyordu
ve kendini öne çıkarıyordu, toplumu değil. Yazabilmek için de, inzivaya
çekilmişti.
Bu 1940,
1950, 1960, 1970 kuşakları olan yazarlar buna saplanıp kaldı.
1980’den
sonra da Ahmet Altan, Orhan Pamuk ve Latife Tekin geri üçlüsü, yıktı perdeyi
eyledi viran.
Ne
Cumhuriyet kaldı, ne gerçekçilik.
Oktay da
gerçekçi değildi.
Bir
olasılık ona atfedilen biçimde, dayak
yedikçe kendini en haklı hisseden mürit konumundaydı.
Oysa
gerçek, siz dahil, düşmanınız dahil, dostunuz dahil, herkesi ezer geçer.
Hep öyle
oldu.
O gerçek
ve gerçekçilik, Oktay’ın yaşamını da eserini de ezdi geçti.
Sorun
yenilmektte değil, Spartalılar gibi, yenildikçe taktik değiştirmeyip, son
insanına kadar yok olmak.
Evet:
1930
kuşağı silindi gitti.
Oktay da
öyle...
Ayrıca:
Bugün
Sait Faik gibi yazabilecek olan borazancıbaşı, buyursun er meydanına...
(3 Mart 2016)
Kapitalist Terörist IŞİD
Valla
bunlar Çakal Carlos’u da aştı:
“IŞİD’in
borsadaki hisse senetleri ve döviz kuru piyasası üzerinden kazandığı paranın
ayda 20 milyon dolara ulaştığı belirtildi.”
Carlos,
20 yılda 20 milyon dolar kazanabilmişti oysa ki...
Hem
trajik, hem komik, yani trajikomik...
Üstelik
yinelenmiş bir durum:
FKÖ de,
ABD’ye saldırmamak için zamanında 150 milyon dolar almıştı.
Acaba
IŞİD, silah şirketlerinin hisse senetlerine yatırım yapıyor mu?
Önce
keriz silkele, sonra da silah satın al:
Duble
kazanç...
“Telegraph’ın
haberine göre, IŞİD 2014’te ele geçirdiği Irak’ın Musul kentindeki merkez
bankasında bulunan yaklaşık 429 milyon dolarla borsada yatırımlar yaptı, ayrıca
kentte yaşayanlara Irak hükümetinin ödediği emekli maaşlarını da ele geçirerek
hisse senetleri satın aldı. El koyduğu parayı Ürdün üzerinden tekrar Irak’a
gönderen örgüt, böylece yabancı döviz kuru üzerinden büyük kâr etti.”
Sonuçta,
devletler de bunun aynısını yapıyor.
Tripl
kazanç...
Niyazi’ler
şehit olmaya devam...
Kürtler
maaşsız kalmaya devam...
En
önemlisi:
IŞİD
bitince, bu paralar buharlaşmayacak. Başka ellere geçecek. 1970’lerde bizim sol
örgütlerin yurtiçinde soyduğu bankalardaki paralar hala yurtdışında baki
çünkü...
Tamam,
dolar her yıl % 3-5 değer yitirir ama zaten eksi faiz ve deflasyon var.
Sonuç:
Mafya
için de, terörist için de, borsacı için de, kara-beyaz paracı için de paranın
kuralları aynıdır. ‘İsviçre daha beyaz yıkar’cılar da aynıdır, Papa için
bile...
O
nedenle, ceman 64 trilyon doların kaynağı, bugün Dünya’da belli değil...
Ama
herkes o paraları yiyor bir biçimde, çünkü zaten global GSMH o kadar ve 1 para
4 kere döner 1 yılda.
O
nedenle:
Terörist
ve devletçi / siyasetçi, başka biçimlerde olduğu gibi, ekonomide de negatif
sembiyöz içindedir...
(3 Mart 2016)
Narsisizmin Yanlış Tanımları
Bu
sıralar, uysa da koyan, uymasa da koyan bir biçimde narsisizm, yalan yanlış
biçimlerde tanımlanıyor nedense.
Kendini
beğenmek, aşırı beğenmek bile olsa, her durumda narsisizm değildir.
Kendini
güzel sanan çirkin gençkızlarımız, hödük
olmaktalar yalnızca.
Bugünkü
40 yaş altı ergenlerimiz de öyle. Tek çocuklu ailede, rakipsiz, rekabetsiz,
çocukerkil olarak 40 yıl yaşayınca, kendilerini Dünya’nın merkezi görebilirler
pekala. Ancak, iş yaşamına girince, apışıp kalıyorlar tabii ki. Veya aşk
yaşamının rekabetine girince.
Narsisizmin
en yoğun biçimi, ünlü sinema oyuncularında görülür. Sonuçta, on milyonlarca
kişi sizi idol yapar. Bu gariplerim de, yaşlanınca dosdoğru psikiyatristi ya da
bağımlılığı boylarlar.
Narsisizm,
ressamlarda da görülür. Modern resmin prim ve tavan yaptığı zamanlarda, örneğin
Picasso kendini dağ yaratmış fare
gibi hissetmiştir herhalde. John Berger, bunu ‘Picasso’nun Başarısı ve
Başarısızlğı’ kitabında güzel anlatır. Başarısızlık bölümü, ‘Modigliani’
filminde de güzel açımlanır.
Narsisizm,
bilimcilerde de görülür. Bir paradigma yaratıp, yıllarca inkar edilip, bir de
kabul edildiler mi, Ali kıran baş kesen olurlar.
Yani:
Kabaca
söylenirse, dayanağı olmayan öz-beğeni, küstahlık, kibir, ıvır zıvır olabilir
ama narsisizm değildir.
Adı
üzerinde, Nergis sudan yansıyan kendi yüzünü görmüş de, beğenmiş. Pek güzelmiş.
Ansiklopediye
bakınca, narsisizm psikopatinin hafif biçimi olarak tanımlanmış, onu gördüm.
Bu,
biraz abartılı olmuş, çünkü ileri götürülünce, günümüzün atomize, yalıtık,
sanal dünyalı insanına uygulanması durumunda, tüm Dünya toptan narsisist çıkar.
Eh,
Nergis zamanında 1 tane Nergis vardı, 1 milyar tane değil.
Daha da
acaibi, 16 semptomun belki 10 tanesi para-yönelimli insan tipini tanımlıyor:
Başkalarını kullanma, onları pohpohlama, vd.
Bu
durumda okur, kendi narsisist tanımını kendi yapıyor ve yazıyor.
(3 Mart 2016)
Yunanistan’da Futbol İptal
Vay be,
bu da olabiliyormuş.
“Yunanistan
Kupası'nda PAOK ile Olympiakos maçı sırasında çıkan olaylar nedeniyle
karşılaşmanın ertelenmesinin ardından, hükümet kupa maçlarını iptal ettiğini
açıkladı. Spor Bakanı, tüm futbol turnuvalarının kaldırılmasının görüşüldüğünü
de söyledi.”
Harç
bitti. Yapı paydos.
O
nedenle politika, eğer arzusu oysa, mafyayı yener. Arzusu oysa tabii ki.
Ülkemizde
de futbol mafyalaştı.
Temel
neden de şu:
İddaa
tümden iptal edilmeli. Öyle bahis olmaz, olursa da, şike kaçınılmazdır:
Bilmem
kaçıncı dakkada, bilmem kim naapacak?
Haa, bir
de şu var:
3
büyükler 1 milyar avro harcayıp, 10 yıldır küllüm mafiş takımlar kurdu, o da
ayrı konu.
Ona da
caart ceza:
GS 1 yıl
Avrupa’dan men.
O borsa ayak oyunlarına da ceza gerekli.
Dinsizin
hakkından imansız gelir.
Yoksa
daha çook Platini’ler teneke olur.
4 milyar
Niyazi-seyircili rezillik bu yahu, başka şey değil...
(3 Mart 2016)
Kaç Paralık Blogcusun Leyn?
Biz
blogcular, başkalarının kazandığı paranın, üreteçleriyiz.
Bu para,
sanal medyanın reklamlarından geliyor.
Bu para,
2014 için 1,4 milyar lira.
RB’un 3
yazarı bu sıralar, metinlerin % 10’unu yazıyor, muhtemelen okunmanın da %
10’unu yapıyor.
Yani,
hepi topu 150 kişi, toplamın % 1’i, sonucun % 95’ini sağlıyor kabaca.
Sorarsan,
15 bin küsur kişi var. Kişi başına düşen ortalama metin 6 küsur, süre 3,5 yıl.
Sanal
medyada günlük tıklanma 10-20 milyon.
Bloglarda
günlük tıklanma, 100-200 bin.
Yani, %
1 oran.
Yani,
140 milyon lira.
Bin
tıklanmalık reklamı, 50-100 lira diye düşünün. Tık başına 5-10 kuruş yani.
Sanal
medyada bunu da, gazete başına 100 gazeteci olarak, 3 bin kişi yapıyor.
Sanal
medyanın tıklanmalarının tamamına yakınını, köşe yazarları değil, magazin,
futbol, şu bu yapıyor. 1 baldır bacak fotoğrafı 500 bin tıklanıyor örneğin.
50 yıl
önce falan, gazetelerin tirajını köşe yazarları yaratırdı, bir de pehlivan
tefrikaları.
Şimdi de
blogcular var.
RB’da
günde 1-3 bin okunan metinler oluyor ama 1 nolu metin için ortalama 500
tıklanma gibi bir sayı sözkonusu. Çoğunluk, sansasyonel ama politik konular
tepede oluyor.
MB ise
evlere şenlik: Keçiboynuzunun faideleri metni, ısrarla aylardır her gün bin
tıklanıyor.
Her 2
taraf da, parayla blog yazan ama bir biçimde kendini kanıtlamış, kesin okurlu
blogcuları transfer etmeye başladı. Bu da, az veya çok okunan epeyi blogcnun
blogları terketmesine yol açtı.
Bu 2
blog için üst sınırın 200 değilse bile, 300 bin olduğu 10 yılda ortaya çıktı
gibi. Sorun, Turkrus gibi yapıp, sayfa başına 50-100 değil, 5-10 bin lira
almak: Turkrus’un reklamları, cancanlı, yanardöner, fener gibi ve çook sayıda,
Hürriyet’ten bile çook.
Başka
tür bir sorunun yanıtı:
1 milyon
okunma sınırını 3 yılda geçen metinlerin içeriği, bolca dini safsata ve bir de
sanal sektörle ilgili bilgi metni.
Futbol
metinlerinin değil 1 milyon, 10 bin bile okunmaması ilginç. Ümmi bir seyircimiz
var demek ki. Ya da Maçkolik’i yeğliyorlar bunun için.
Evvet
sayyıın blogcular, sorumuz şu:
Kaç
paralık blogcusun leyn?
(4 Mart 2016)
Oral Çalışlar Kürtler’de Gene
Yanıldı
Bu kez
de, Öcalan’ın ve Erdoğan’ın Suriye konusunda kırmızı çizgisi olduğu için, çözüm
sürecinin bittiğini önesürdü.
(03.03.16
gecesi, bir haber kanalında.)
Yanlış.
Erdoğan-Davutoğlu
ayrışması ve AKP’nin Haziran 2015 başarısızlığı ile, kadro B planını devreye
soktu.
Ayrıca,
Dünya’da bariz bir faşizme ve engizisyona kayış dönemine girildi. Herkes, kendi
derdine düştü.
Sur’da
yapılanlara gık diyen oldu mu?
Hayır.
Fransa,
insan haklarını askıya aldığını açıklamıştı.
AKP,
açıklama gereği bile duymadı.
Çalışlar,
halk isyanı denemesinin tutmadığını söyledi ama zaten tutamayacağını söylemedi.
Apo, 5
milyonluk bir nüfusta 50 binlik bir halk isyanı hesapladı.
Yanlış
hesap, Sur’da döndü ve durdu.
Ancak
zaten, daha önce 6-7 bin ölü vardı. Son olaylarla buna 500-1.000 kişi daha
eklendi.
Üstelik,
bitmedi, daha var.
TC’yi
NATO’dan çıkarsalar, ne olur?
Arabistan
ve Katar, krallık devrilme sırasının kendilerine geldiğine aydılar, ABD’ye çift
daldılar.
Rusya,
kendine bunları müttefik bulursa, Ortadoğu’da neler olur?
NATO
kalır mı geriye?
Hayır.
AB, zaten AGİT peşinde.
Yani
Çalışlar, ağaca bakarken ormanı göremiyor, ormana bakarken ağacı göremiyor.
Her
zaman olduğu gibi...
Bir de
omo beyazı, akil adam, şu bu döneminin bittiğini, sırasının geçtiğini...
(4 Mart 2016)
04.03.16, 19:10.
İntihar veya Cinayet
Bu denli
açıkseçik bir hülasa bu.
1963’te
buydu, 2016’da da bu...
İkisini
de seçemiyorum.
3
yaşında da böyleydi bu, 56 yaşında da böyle...
Cinayet
listemde 40 kişi vardı en son...
Ölü-benler
listemde ise, en az 10 kişi var.
Zeki Demirkubuz: 'Aldatmayan
Kadından Hikaye Olmuyor'
Cehalet;
erkeği, insanı, sinema yönetmenini söyletmiş.
Öyle bir
olur, öyle bir oldu ki, öyle bir olacak ki ama Demirkubuz onu yapamamış,
yapamıyor ve yapamayacak.
Kopya
çekseydi 0 idi, kopya bile çekemedi eksi 1.
Bırakın
aldatan kadını:
Kadın-erkek
ilişkisiz, kadınlı ve erkekli film bile oldu:
‘Kız ve
General’.
Kadınsız
ve erkeksiz film bile oldu:
‘Pasifik
Cehennemi’.
Zaten:
Aldatan
kadın öyküsü, melodramdır, çok çok yinelendiği için de melokomiktir.
Saçma,
cahil, hüzünlü ve komik Demirkubuz.
Sonra da
bana soruyorlar:
“Neden
Türk filmi seyretmiyorsun?”
En
akıllısı deli Bekir, onu da köstekle yatır, çünkü...
(5 Mart 2016)
Aldatan Erkek, Aldatan Kadın
Türk
sinema yönetmeni Zeki Demirkubuz şöyle buyurmuş:
"Aldatmayan
kadından bir hikaye olmuyor. Erkek aldatırsa, çok büyük bir trajedi olmuyor.
Kadın aldattığı zaman erkeğin halini görün, işte benim filmlerden veya
çevrenizden. O baya böyle sorgulayıcı, insanı olmayan kanallara götürebiliyor.
Onun etkisini de biraz değerlendirebiliyorum."
Seksizm.
Bilgisizlik.
Çifte
değer yargılılık.
Liste
uzar.
Şimdi
gelelim gerçeklere:
Her 2
cinste de aldatma oranı % 30 gibi Türkiye’de. (Bu, evli çiftler için bir
istatistik.)
Ancak,
bir de şu var:
Kadın %
30, erkek % 30, eksi ikisinin arakesiti % 9 = % 51 olmakta. Yani, evliliklerin
yarısı aldatmalı Türkiye’de.
(Bölgesel
ayrımlar dikkate alınırsa, eğitimli, büyükkentli kesimde aldatma oranı,
pratikte % 100 olmakta. Yani kutsal aile, feçes kokuyor ülkemizde...)
Haa
doğrudur, erkekler daha az öğreniyorlar durumu... Kendisi de aldatıyor bile
olsa...
İşte,
sanatla bilimin farkı bu:
Biri
güzel yalanlar anlatır, biri çirkin gerçekler...
Aldatma
öyküsünün, güzel yalan olarak, dinlenesi bulunması da ayrı konu.
Türkler
dedikoduyu pek severler, ucu kendilerine girmedikçe...
(5 Mart 2016)
% 5’lik AKP’sel Huruç
Temmuz
2015’ten beridir, güncel tarihçeyle ilgili kestirimlerim, beni korkutacak denli
yüksek oranda doğru çıkmaya başladı. Bir gelecekbilimci olarak, en iyi
kestirimin % 85 olasılıklı olduğunu, özellikle peşpeşe % 100 doğru çıkan
kestirimlerde bir yanlışlık olduğunu düşünenlerdenim.
Not:
Burada % 70-85-100 dengesi var ve o ayrı bir metnin konusu.
Bir
arkadaşa, Güneydoğu’daki ev ev yapılacak baskınları bile söylemiştim. O bana,
şu an ne düşündüğümü sorduğunda, bütün kestirimlerimi belirtmeyeceğimi ama şu
anki durumun, gerçekleşmesi % 5
olasılıklı bir huruç harekatı olduğunu belirttim.
Sonra
düşündüm, bunun açımlanması gerekli. Bu metin, o açımlamadır.
Geçmiş:
1980-2015
arasındaki neo-liberalizm, artık tümüyle duvara tosladı, yurtta ve cihanda.
TC;
1980, 1987, 1994, 2001, 2008, 2015 gibi, düzenli olarak krizlere girdi.
ABD de,
nedense tuhaf bir siklusla 5-6 yılda bir regresyona girermiş. 2008-2015
arasında hiç regresyondan çıkamadılar bu kez.
Japonya
desen, 1990’dan beridir istop etmiş durumda.
Bu
sikluslar ekonomik olanlar. Dünya siklusları, iktisadi-siyasi-askeri tümleşiği
olarak işlenir. Diğerlerine bakalım:
TC,
kendini ABD ve AB ile eşlenik olarak tanımladı. O nedenle, Çin’in çıkışı bize
izdüşmüyor. Üstelik Çin, bize 2000 gibi, Hazar Denizi’nde komşu olduğumuzu
söyleyip, işbirliği önermişti. Dahası, AB üyesi olmayan ve Dünya’nın en büyük
(1 trilyon dolarlık) fonuna sahip Norveç, bize 100 milyar dolarlık girdi
önermişti ama 100 bin kişilik altyapı istemişti, çünkü emeklilerini bize
postalamak istiyordu. Hepsini elimizin tersiyle ittik, onun yerine, 2,5 milyon
Suriyeli’yi, artılarıyla ve eksileriyle birlikte, göçmen olarak aldık ve İran’ın
kara paralarını 20 yıl boyunca akladık.
Bizde
AKP duvara tosladı ama bu daha çok inat nedeniyle böyle oldu. Şimdiye dek kazasız
belasız tüyebilirlerdi ki tüyen tüydü zaten. Şu andan sonrası zor. Onlar da,
gerçekleşmesi imkansıza yakın zorluktaki
bir hurç harekatını yeğlediler.
Can
Dündar’ı bırakıp, Zaman’ı tuttular.
Askeri
olarak, Suriye ve Irak’ta 2 cepheli savaşı seçtiler.
MHP’nin
bile yapmayacağı şeyleri yapmacasına, çözüm sürecini iptal ettiler.
Gelecek:
Fuat
Avni türü kaynakların belirttiklerini ve kendi kestirimlerimizi dikkate
alırsak:
Yeni
medya çıkışı, dakka bir gol bir sıfırlandı. Karar gazetesi, Zaman olayını haber
bile yapmadı. Bu kafayla özgürlük savunması biraz zor görünüyor.
Davutoğlu,
askeri açıdan 0, hatta eksi düzeyde. O nedenle, yine Erdoğan’ın planı
yürürlükte kalır.
Burada
soru, bu işler için gerekli paranın nereden geleceği.
O da, ‘verirsen
yüksek-yabancı faizi, alır gavurlar yüksek riski’ biçiminde olacak. Daha önce
de oldu bu zaten.
2019’daki
3 seçimde, bir tek yerel seçimlerde AKP zorlanır. Erdoğan’ın başkan veya
cumhurbaşkanı seçilmesinde, önünde hiçbir engel yok. Hiç de olmadı,
Ekmeleddin’ciler sağolsun. Genel seçimler desen, % 50 olsun olsun % 40 olur,
olunca da ne olduğunu Haziran-Ekim 2015’te gördük: HDP, AKP’nin savaş
kabinesine girdi.
Erdoğan,
bir Özal kazasına kurban gitmezse ve eğer planı buysa, 2029’a kadar başımızda
kalabilir o zaman.
Bu huruç
harekatı ise, en çok 2 yılda semeresini verir ki zaten AKP’nin çatlaklarının
parçalanması da en az 2 yıl alır. Yani, kayan zaman tabanı nedeniyle, 2019
yerine, 2018 ilkbaharında kazın ayağı
belli olacak gibi.
Kestirimlerim
açısından bakarsam, faşizm, militarizm,
engizisyon atlarına oynayan AKP’nin, 1920’ler ve 2010’lar AB’si hesaba
katılırsa, kazanamama şansının düşük
olduğu kanısındayım. Ancak, şansları % 95 olsa bile, bunu batırma eğilimleri de olduğu
kanısındayım. Yani AKP, ancak sakarlıkla ve kazara hurucu yarabilir kanımca.
Çünkü:
Bizim,
Musul-Irak ve Kobane-Suriye işgallerimiz, Çin’in, Rusya’nın, ABD’nin, AB’nin
işine gelecek. ‘İstemem, yan cebime koy’ olacak yalnızca. Onların yerine, taşoron Ortadoğu candarması olacağız.
Araplar da, ‘cendeerme, cenderme’ türküsünü çığıracaklar yalnızca.
Tüm
buraların kilit noktası, Barzani’nin TC şıkkını seçmesiydi ki o bunu seçtiğinde
taa buralara geleceğimiz, hiç mi hiç belli değildi. Yani Barzani, boş atıp dolu
tuttu ama en çok onun sayesinde TC balık tuttu, gökten yağan balık yani, TC balık falan tutmadı yani.
Bedel:
100-200
bin TC vatandaşı ölü olur.
100-200
milyar dolar gitti olur.
2022
krizini bilmem ama 2029’da ‘yamyam olur, insan yeriz’ olur.
Ancak AKP,
her durumda hurucunu yarar ve başta kalır.
Onların
da niyeti ve hesabı bu kanımızca...
‘AKP’den
sonra tufan’ı oynuyorlar sonuçta...
(5 Mart 2016)
Koleksiyonerler, Satıcılar,
Hurdacılar
Kültür
metaları bütününün parçaları bunlar olmakta.
Kültür
metaları, temelde efemera, kitap ve obje
olmakta.
1985
gibi, 30 yıl kadar önce diyelim, 30 koleksiyoner vardıysa, bugün 3 bin
koleksiyoner var.
Yine,
300 satıcı vardıysa, 3 bin satıcı var olmakta.
Hurdacılarsa
ise, 3 binden 30’a düşmüş olmakta. Saymadığımız 300 tanesinden 270 tanesi,
internet üzerinden kültür metası satıcısı olmakta: Kimi kendini çerçi sayar,
kimi antikacı.
30 yıl
önce mal vardı, alıcı yoktu. Bugün alıcı var, mal yok.
30 yıl
önce, en kaliteli mal hurdacılarda çıkar, elenerek satıcılara gelir, en sonda
koleksiyonerler vardı.
Bugün
hurdacılarda ve satıcılarda mal kalmadı. Bütün nitelikli mallar
koleksiyonerlerde. Bunların bir bölümü ölme eşiğinde.
Bu
panoramaya böyle bakınca, kendi mesleğimle ilgili daha önce görmediğim bazı
şeyleri de görmüş oldum.
Bu 30
yıl, kara düzenden düzenli pazara geçme
çabasının ve geçemeyiş başarısızlığının öyküsü oluyor.
Bunun
bir panzehiri var:
2 büyük
koleksiyonerin yaptığı gibi, Türk mallarını, yalnızca internetten ve
yabancılardan almak. Çünkü onlar, bizim aşamalarımızı 250 yıl önce geçmiş ve
bitirmiş durumda. Bizim Türkler ise, internetin / Ebay’in bile ırzına geçtiler.
Ancak
önemli olan şudur:
Tüm
koleksiyonerlerin elindeki metalar / mallar baki kalacak. Bu, özellikle
1985-2015 için böyleydi. O zamanki hurdacıya
çöp atma silsilesi epeyi süredir durmuş durumda: Kendi kocasının ve
kayınpederinin Osmanlıca tıp diplomalarını çöpe atmaktan söz ediyorum,
diplomaların bin dolara kadar fiyatı olabilir.
Ancak
gerçek ayın zamanda şu:
Onlarda
1-10 milyon parça mal var. Oysa yok olanlar, 10-100 milyon adet. Tamam,
böylelikle arz-talip dengesi kuruldu ama bazı belgeler ünik idi, yok olanların içinde yani.
Şerh:
Bu, Batı’da aynen böyle yaşandı, tamamen zar atma usülü.
Sonuç:
Eskiden
ev malı pahalıydı, şimdi hurdacı malı pahalı, ölü koleksiyoner koleksiyonları
ise pazara daha yeni yeni girmekte (bildiğim örnek sayısı 5’i bulmadı henüz).
10 yıl daha böyle gider, sonra yeni evre gelir.
(5 Mart 2016)
Kanaryam Fener Bağlı Kuş Zaman’a
Karşı
Bir
haber, resmi FB sitesi açıklaması:
“Zaman
Gazetesi’ne kayyum atanması ile birlikte, 3 Temmuz süreci ile ilgili yeni
gerçekler gün yüzüne çıkmaya devam ediyor. Zaman Gazetesi'nin, başta Fenerbahçe
Spor Kulübü olmak üzere, birçok kulüp, teknik adam, futbolcuyla ilgili Türk
Futbolu'na yönelik kurulan kumpasın, planlandığı ve uygulamaya konulduğu merkez
olduğu ortaya çıktı. 3 Temmuz sürecinin yalan - düzmece iddialarla organize -
planlı bir kumpas olduğu, Zaman Gazetesi'nin kayyuma atanmasıyla ile ilgili
İstanbul 6. Sulh Ceza Mahkemesi'nin verdiği kararla kanıtlandı.”
Aslanım
Yıldırım...
Çift
değil, triple dal düşmanlarına...
Nasıl olsa
penaltı kalmadı, hakem kalmadı, futbol kalmadı, ülke kalmadı çünkü...
Dökün
yangına benzini...
Nasıl
olsa sizler de yanıyorsunuz...
3 değil,
(dudak büzerekten söylenmiş) 3.333 İstanbul mübarek bu kent...
Faşizmin
3 F’sinden biri olan futbolu, engizisyonun
3 E’sinden biri de yaptınız, vallahi ve billahi bravo...
Peki
neden, Cumhuriyet’in 3 C’sinden biri yapamadınız?
Soru şu
o zaman:
FB’li
kadın sporcular ne zaman başörtüsü takacak ve erkekler de dizaltı şorta
kayacak?
Aziz
Yıldırım da, halka açık mekanlarda cuma namazı kılar elbette...
(5 Mart 2016)
Mülteci Kozmonot
Nerdeen
nereyee?
Çinliler’in
bir sözü vardır:
Bir
insanı düşürmek istiyorsan, önce yükselteceksin.
Bu, çok
yükselmiş, 100 kilometre yukarı falan, sonra Fatih’te bir eve düşmüş ülkesinden
uzağa...
“Uzaya
giden tek Suriyeli olarak adını tarihe yazdıran Muhammed Faris, ülkesinde bir
kahramanken, yaşanan iç savaş sonucunda, şimdi Fatih'te 2 odalı bir evde zor
şartlar altında yaşam mücadelesi veriyor.”
Tabii,
uçmayı bilmek denli, düşmeyi bilmek de önemli...
Yoksa,
uzayda müzik sesleri filan da duymak var ABD’li astronotlar gibi...
Yani:
Uzay,
şişede durduğu gibi durmuyor...
(6 Mart 2016)
06.03.16, 12:55.
Aslolan Sağ Kalmak, Yaşlanınca
Onun da Önemi Kalmıyor
Bu, bir
Ken Loach / ‘Babavatan’ repliği.
Devamı
da şu olmalıymış:
Yaşam,
sana bedavadan anlam vermez.
Sen,
bedeller ödeyip, kendi anlamlarını kendin üretirsin: Yaşayabilmek için. Yaşama
nedeni yaratabilmek için.
Yaşlanınca
da, anlam üretecek denli çok libidon ve direncin kalmaz.
Gevşersin
ve sonunda düşürülürsün ve ölürsün.
Ölmenin
de anlamı kalmamıştır zaten.
Öykü
biter. Nokta.
Günümüz Global Ekonomisinin Temel
Açmazları
1980
sonrasında, tüm Dünya’da güzellikle ve zorbalıkla, havuçla ve sopayla, adı yeni
olan ama kendisi pek yeni sayılamayacak bir neo-liberalizm uygulanıyor. Aynı
zamanda, deniz de bitmiş durumda.
Ancak,
Dünya Sistemi denilen modelin tarihi haritaladığı üzere, tarihte uzun, orta ve
kısa vadeli sikluslar mevcut. Bunlar; siyasi, askeri ve iktisadi olarak, birbirine
kimi koşut, kimi aykırı olarak işliyor.
Bu
neo-liberalizm, rolünü fazla uzattı ve dolayısıyla da hem eskisinden uzun
vadede telafi edilebilir, hem de bazı geri dönüşsüz zararlar yaratmış oldu.
Telafi
edilemez zararlar 2 yönlü:
Bir:
Sağ
iktidarlar yıkar geçer, sosyal demokrat iktidarlar da onların yıktıklarını
yeniden yapar idi. Batı’daki son 150 yıllık muhafazakar-sosyal demokrat düalist
siyasi parti anlayışı bunu yaratmıştı. Ancak, zarar artık telafisiz. Cengiz
Han’ın Yeryüzü’nden sildiği 50 başkent gibi, ABD de Yeryüzü’nden epeyi ülkeyi
kalıcı olarak silmiş durumda.
İki:
2010’dan
beridir Dünya ekosistemi, insan türünü besleyebilmek için, geriye dönüşsüz
zararlar almaya başladı. Eğer bu durdurulmazsa, 10 yıl içinde, 7 milyarın belki
4 milyarı için, Dünya yaşanamaz olacak.
Açmazlar
da çift tarafı keskin bıçak gibi. Örneğin nüfus sorunu:
3.
Dünya’da nüfus artıyor, hem de beslenemeyecek kadar çok. 1. Dünya’da ise nüfus
azalıyor, genç nüfusun ödediği sigortaların yaşlıların emekli maaşlarını
ödeyemeyeceği kadar çok.
Sonra da
kördüğüm geliyor.
3. Dünya
aç yavru kuş gibi ağzını açıp, 1. Dünya’dan hazır mama bekliyor.
Çin,
1980-2015 arasındaki tek çocuk politikasıyla 400 milyon nüfusun doğmasını
engelledi. Türkiye de aynı şeyi yapsaydı, 20 milyon daha az nüfusumuz olurdu:
80 yerine 60 milyon. 80 milyonu besleyemiyoruz ama 60 milyonu besleyebiliyoruz
şu an için.
Söylenecek
tüm dezenformasyonları pas geçip, Özal’dan itibaren SGK’ye verdirilen ve
ödetilen görev zararlarının 1 trilyon liraya yakın olduğunu anımsatalım.
İsteyen, geçmiş bütçeleri açar bakar. Bizde, Batı’daki durum yok yani.
Ne
olursa olsun, bu kadar nüfusa iş temin etmek imkansız. Çünkü, 1 kişilik iş, artık
neredeyse 500 bin dolara mal oluyor. Bizdeki işsiz 20 milyon kişiye iş
yaratmanın maliyeti 10 trilyon lira ediyor ki onu da temin etmek imkansız.
O zaman
ne oluyor?
Krupp
faşizminin tuhaf bir versiyonu işlemeye başlıyor:
Emekli
maaşları kırpıla kırpıla karın doyurmayacak düzeye indiriliyor, sağlık
masrafları ödenmiyor, vb, vd, yaşlıların kalan ömrü kısaltılıyor açıkçası.
Gençler desen, dosdoğru savaşa, kısa yoldan ölüme.
Savaş,
kapitalizmin gereği sayılsa da, kapitalizm 250 yıllıksa, savaşlar 5 bin
yıllıktan da eski, yani tarihten eski.
Türkiye’nin
siyasi, askeri, iktisadi sistemi de buraya sürüklendi.
Türkiye’yi
yönetemeyen bir parti % 50 oy almış durumda.
Savaşmak
istemeyen üst düzey kadrosu tasfiye edilmiş bir ordu, 2 cephede savaşa
sürülmekte.
1980,
1987, 1994, 2001 2008, 2015 krizleri dizisi sürmekte. Üstelik, Batı’da olan ama
bizde olmayan W (duble v), yani çifte kriz de sözkonusu olabilir. Sonuçta,
savaş en azından başta parasız olmuyor ve Türkiye şu sıralar epeyi silah aldı.
Yani:
Birinci
Dünya savaş çıkarıp, bedelini 3., 4. ve n’inci dünyalara ödetmek arzusunda. En
azından Müslüman alemini içeren Güney ise, gönüllü olarak dinsel-iç savaşa dalmış
durumda: Dünya’daki terör ve savaş olaylarının % 90’ı, Müslüman nüfusun olduğu
bölgleerde sürüyor.
Sonuçta,
1. ve 2. Dünya Savaşı, 1. ve 2. Büyük Hesaplaşma sayıldı ama Avrupa’yı da
bitirdi. AB, 1945’ten beridir kültürel olarak durmuş durumda. Unutmayalım ki
aynı AB’de Orta Çağ, binyıldan uzun sürmüştü ve tüm Dünya böyle bir döneme
girebilir.
Dünya
Sistemi ise, en azından 2000-2200 için bunun çoktan böyle olmuş olduğunu
söyledi bize.
Bu
metin, ekonomo-politik kavramsal bir çerçeve sayılabilir. Bütün haritalaması taslağı
gibi. Parçaların açıklamalı açımlamaları ise, ileriki metinlerin konusu
olabilir.
(6 Mart 2016)
Sait Faik Gibi Yazılabilirlik
veya Yazılamazlık: İşte Bütün Mesele Burada
Ahmet
Oktay’ın vefatının ardından, kendisiyle ilgili 2 metin yazdım. İkincisi bu konu
hakkındaydı.
Kendisi
şöyle demiş zamanında:
“Bugün
Sait Faik’in yaptığı edebiyatı yapmanın olanağı kalmadı.”
Küllüm
mafiş bir tez.
Öncelikle:
İstenilen
tüm formlar, üsluplar, vb, istenilen yer ve zamanda kullanılabilir ve
üretilebilir. İsteyenine bağlı, o ayrı konu.
Uygun
kaçar veya kaçmaz ayrı konu ama kimse yazara, ‘şöyle yaz’ veya ‘böyle yazma’
komutlarını veremez.
Yani
Adorno kalkıp da, ‘efenim şiir yazılamaz bundan böyle’ dediğinde süzme-hıyarın
tekidir, çünkü toplama kamplarının beterini İsrail’de yaratan, toplama
kampından çıkma İsrailliler bile, şiir yazabilmiştir. Ve kimse kalkıp da, ‘şiir
yazmayın layn, Adorno abim yasakladı’ diyemez.
Sonra,
Sait Faik tarzı, naturalist üsluptadır.
O tarzı,
O. Henry 1890’larda, Bukowski 1960’larda kullandığında, hiç mi hiç sakil
kaçmamıştır.
Dümdüz
anlatmak, sanıldığının tersine, en kolay yol da değildir.
Çünkü, bugüne
kadar Sait Faik’in ‘Sinağrit Baba’sına yaklaşabilen olmamıştır, kendisi de dahil
ki zaten o öykü Sait Faik’i bile aşmıştır: Çünkü kendisi zaten, Erbil’sel
masumun elinde mezarı boylamış bir Sinağrit Baba gibidir.
Sonra:
‘Demiryolu
Serserileri’ başkadır, ‘Yolda’ başkadır, ‘Hobo’ başkadır.
Ancak
hepsi de, naturalisttir ve konusu / ne’si aynıdır, demiryolu yolculuğu. Ve
misler gibi her biri de, kendi zamanının ABD’sini anlatmıştır Sait Faik’sel
Sait Faik’sel biçimde.
2016 TC’sini de Sait Faik’sel
olarak anlatabilmek
mümkündür ama bunu yapmak / yapabilmek, bugünün 40 yaş altı ergenleri için imkansızdır. Çünkü onlar, süssüz laf etmeyi beceremezler ve
beceremediler de zaten.
Şimdi
gelelim asıl bam teline ve zurna deliğine:
Bugün
Sait Faik gibi yazılacak bir durum mu, Demir Özlü’sel ‘Bir Burjuvanın...’sal
durum mu, Semra Can’sal bir Laz karikatürist hanım durumu mu var? (Karikatür metni de bir tür edebiyat ve
kimi de Sait Faik türü edebiyat olabilmekte, meraklısına not diye yazdım
burada.)
Yani, ne
ve nasıl yazılacak?
That is
the question.
Ve
fekat, o da ayrı bir metnin konusu olmakta.
(6 Mart 2016)
Maddi Uygarlık, Manevi Uygarlık
Materyalizm
geleneği, ilk çıktığında başına tebelleş olan idealizm ve romantisizm
nedeniyle, bazı tanımları da baştan hatalı koymuş.
Aşırı
veya mutlak positivist olmuş örneğin. Mekanik determinist olmuş örneğin. Aslına
bakılırsa, 150 yıl sonra, 21. Yüzyıl’da bile hala öyle.
Bu 150
yıllık gelenek, 1960’larda Dünya Sistemi olarak, tarih bilimine geçirilip, onu
tam-bilim kategorisine yükseltgerken de, bu hatalar hala aktarılıyor kalmış.
O
nedenle, Dünya Sistemi’ciler aşırı ekonomik determinist olurlar. Onlar da
materyalist olmasına karşın, siyasi ve askeri yanı küçümserler gibi kalırlar.
Oysa,
bilim, sanat ve düşün de vardır ve bunların hepsi de soyuttur. Üstelik, tarihi
bunların gelişimi açısından irdelersek, askeri-iktisadi-siyasi tarihten oldukça
başka bir tarih elde ediyoruz. Çünkü bu üçlünün zirveleriyle, bilim-düşün-sanat
zirveleri çakışmıyor.
Bilim,
düşün ve sanat bu açıdan manevi kalıyor.
Manevi
deyince de, daha çok din akla geliyor nedense. Oysa, manevilik ve uhrevilik
olmadan yalnızca üretime ve tüketime dayalı somut tarih anlayışı, şeyleşmiş
insanı yarattı. Yani, şu anki kültürel momentte, soyutluk olmadan somutluk anlamsız kalmakta.
‘Şeyleş(tir)me’
(reification), ironik olarak ‘somutlaştırma’ anlamını da taşıyor.
O
nedenle biz, maddi uygarlıktan çok, manevi uygarlığı kastediyoruz ve manevi
uygarlıkla da, ahlakı, dini, şunu bunu kastetmiyoruz. Doğrudan, bilimi, sanatı
ve düşünü kastediyoruz.
Çok
basit:
İnsan
olandan ekonomiyi, politikayı ve militarizmi çıkarın geriye çok şey kalır.
İnsandan bilimi, sanatı ve düşünü çıkarın, geriye hiçbirşey kalmaz.
O
nedenle de.
Maddi
uygarlık tarihi yazıldı. Bir de manevi uygarlık tarihi yazılmalı.
Dipnot:
Bu
konularla, örneğin bilim felsefesiyle uğraşanların en yeni bilgisi, 1970
momentli. O nedenle, daha çok 1990 sonrası tarihli Hint, Çin, Maya bilimleri
tarihi bilgisi, henüz tarihe, Dünya Sistemi’ne ve bilim tarihine entegre
edilmedi. Aslına bakılırsa, Kolomb öncesi Amerikalar ve Büyük Sahra-altı Afrika
tarihi de öyle. Örneğin, Cezayir-Akra arasındaki ticaret çöl yolu, İpek Yolu ve
Azak-Baltık yolu ile karşılaştırılabilir ve karşıtlaştırılabilir.
(7 Mart 2016)
Vikingler, Türkler ve Endonezyalılar
Vikingler,
MS 800-1200 arasında, bugünkü Norveç’ten taa İran’a ve üstüne bir de batıya Amerika’ya
gittiler.
Türkler,
bugünkü Moğolistan’dan Viyana’ya, hatta daha sonra Berlin’e kadar gittiler.
Endonezyalılar
ise, Çin’den, Tayvan’a, Endonezya’ya, oradan batıya Madagaskar’a, oradan doğuya
Hawaii’ye ve hatta Şili’ye gittiler.
Vikingler
ve Endonezyalılar deniz halkı, Türkler ise kara halkı. Vikingler ve Türkler
ise, gemilerini karada insanlarla taşıyan halklar. Bu da, onları ‘karşılaştır-karşıtlaştır’
açısından tuhaf bir durumda bırakıyor.
3 halk
da, çok çok uzun yollar göçtüler. Vikingler karadan ve denizden, Türkler
yalnızca karadan, Endonezyalılar ise yalnızca denizden göç ettiler.
Türkler’in
batıya göçünün 750 Talas Savaşı ile başladığı düşünülürse, bu 3 halk, küreyi
450 yıl gibi bir sürede turladılar sayılır.
Bu 3
halkın yolları hiç kesişmedi. En azından bu konuda kayıt şimdilik yok. Ancak
Vikingler, Anadolu’yu kuzey kıyısından 950 gibi geçtiler. Türkler ise, o sırada
(Alp Arslan’dan önce) Anadolu’ya geldiyse bile, dağlık bölgelerde olabilirler
ancak.
Ancak,
Vikingler’in o zamanlar kullandıkları yarımküre mercekleri, kuzey-kuzey İpek
Yolu aracılığıyla, Türkler üzerinden Çin’den temin etmiş olmaları olasılığı
var.
Endonezyalılar’ın
ise, bir kare içine, köşelerden köşelere çizilmiş büyük çeyrek çemberlerden
oluşan, tuhaf, sazdan yapılma yön bulucular kullanıp, 5 bin kilometre ötedeki
adayı, her sene eliyle koymuş gibi bulma gibi bir özellikleri var. (Tabii,
rüzgarlar ve yıldızlar her yıl sabit, referans noktaları var yani.)
Çıkış:
Tüm
bunları, önümüzdeki binyıllar için, insan
sonrası türün evren içindeki yolculukları için uygulayabiliriz:
Parametreler
belli, ceteris paribus belli, denklem tanım aralığı belli, limitler belli,
varyans genlikleri belli.
Geçmişbilim-gelecekbilim
bireşimi budur işte.
(7 Mart 2016)
Kadını Birinci Seviyeye Çıkaran
Makam
Erdoğan
böyle düşünüyormuş sorun değil ama Kadınlar Günü’nü kutlayan kadınların en az
dörtte birinin de böyle düşünmesi utanç verici...
En çok
duyduğum sözlerden biri şudur kadınlardan:
“Sen
erkeksin, annelik nedir, anlayamazsın.”
Oysa,
veriyorsun erkeklere oksitosini, onlar da başlıyor dişi kanarya gibi, ‘curk
curk’ ötmeye...
20
sevgilim oldu, 20 de yakın kadın arkadaşım, yalnızca 1’er tanesi çocuk yapmadı.
Örneklemeyi
100’den yukarı, bine doğru çıkarınca, oran hepi topu % 1 oluyor.
Bunların
bir bölümü, 40’ından sonra, yapay döllenmeyle, bir eroinmandan, bir mafyözden,
şu bu biçimde çocuk yapmış insanlar...
Bana
açık açık hormonlarının çocuk yapmak için haykırdığını söyleyen kadın da çok
oldu.
Çocuklardan
nefret eden kadın da çok gördüm.
Tüm
bunları bir yana bırakalım:
Çocuk
yapmak veya yapmamak, bir kültür, bir kişilik, bir zihin işi...
Bir
beden seçimi değil...
Bir
kadın çocuk yapmayı bile isteye seçtiğinde, ‘1 (hamilelik) + 3 (bebeklik)’ = 4
yıl boyunca, zihinsel hiçbir etkinlikte bulunamamayı
baştan kabullenmiş demektir. Uykusuzluktan zaman bulamaz çünkü...
Ve bunu
bilerek, neredeyse Nobel almaya yakın derecede yoğun bilimsel araştırmalar
yapan birinin de, gecikmeli olarak çocuk yapmayı seçtiğini de gördüm...
O
nedenle, çocuk yapma konusunda, matriyarkinin
faşist patriyarki ile negatif sembiyöz yaşadığı kanısını taşıyorum, tıpkı
Gramsci’nin proleterya-iktidar seçkinleri arasındaki negatif sembiyöz saptaması
gibi...
(9 Mart 2016)
Kültürel Antropoloji Dersleri:
Çingeneler, Kürtler, Afrikalılar, Suriyeliler
Dolapdere
semtinde ve hurdacılık işinde, 1985-2015 arasında 4 altkültür dalgası yaşandı:
Önce
Çingeneler vardı. O bölgede belki 500 yıldır mukimdiler.
Sonra,
1990’larda köyleri yakılan Kürtler geldi.
Sonra
Afrikalılar geldi. 1990 gibiki dalga, Silopi’ye mülteci kampına toplu sürgünle
sonuçlandı. 1990 gibiki sürgün aynı zamanda, Kürtler’le bir tür yer
değiştirilme gibi yaşandı. 2000’lerdeki dalga ile ise İstanbul’da tutundular.
2010’larda
da Suriyeliler geldi. Onların öyküsü henüz tamamlanmadı.
4 grubun
da ortak yanı, hep ve hala en berbat evlerde oturuyor olmalarıdır. Bu açıdan
değişik bir değişmeli en alttakilik
yaşıyorlar, yaşayacaklar gibi de görünüyor. Birinin çıktığı evi, diğeri tutuyor
yani, başkası tutmuyor ve beğenmiyor yani.
Afrikalılar
haricindeki diğer gruplar, açık şiddet kullanımında. Afrikalılar, 1990’lardaki
deneyimlerini anımsıyor gibi, kriminalitelerini biraz daha saklayabiliyorlar.
Afrikalılar’ın
hiç yüksünmeden, Çingeneler’in ve Kürtler’in ‘şopar’ aşağılamalarına karşı,
ticaretlerini büyük bir başarıyla sürdürüp, Türkiye’de saat ve parfüm orta ölçekli pazarını tekellerine almaları, ilginç
bir kültürel antropolojisi gözlemiydi. Böylelikle Türkiye, saat çöplüğü oldu ve
çişin ana maddesi olan, bol amonyak
destekli parfümler ile epeyi alerjik vaka yaşadı.
Altgrup-içi dayanışma, en yüksek hala Afrikalılar’da
görünüyor. Zaten, tutunabilenler
olmalarında bunun payı yüksek.
Bu, bize
şunu öğretiyor:
Hegemonya, zorbalıkla da
kurulabilir, edilgin-dayanışma ile de.
Ancak,
tüm bu azınlıkların en büyük başarısı şudur:
Yeni bir Kavimler Göçü istilası. Türkiye için belki 20 milyon
kişi.
Tamam,
1980’den beridir Türkiye yolgeçen hanı oldu çıktı ama özellikle Afrikalılar ve
Suriyeliler ile görünürleşen bir biçimde, Dünya’nın
tüm 4. Dünya halkları için İstanbul, Dünya’nın merkezi oldu. Başta
AKP’ninki olmak üzere, hükümetler bundan çıkar ummasaydı, buna göz yummazdı.
Bu,
ABD’nin seçerek aldığı yıllık 1,5 milyon yeşil kartlıdan farklı bir öykü.
Daha
çok, ABD’nin güney sınırında, her gün mesai için sınırı gelip geçen, asgari
ücretin yarısına çalışan 15 milyon Meksika vatandaşı gibi bu.
Çünkü,
Balkanlarlı, Kafkasyalı, Orta Asyalı, Afrikalı tüm emekçiler, günde 12 saat 30
liraya çalıştırılıyor şu anda. Türkler ise, yevmiye beğenmeyip, kahvede günde
12 saat yanık oynuyorlar.
Genel
panorama ise şu:
Türkiye
1960-2010 arasında, o zamanki 40 milyon nüfusunun % 10’u olan 4 milyon kişiyi
yutdışına çalışmaya yolladı. Bunların 1 milyonu şu ya da bu biçimde geri döndü.
3 milyonu oralarda kaldı.
1980-2015
arasında ise, minimum 10 maksimum 20 milyon kişi, Türkiye’den transit / göçmen
geçti. Bunların 1-2 milyonu hep sabit kaldı ülkede.
Abartarak
söylenirse, nüfusun % 75’i turnikeye girdi. Bu ise, 1877-1922 arasındaki 45
yıldaki 12 milyonda 3 milyon içeri, 3 milyon dışarı göçün % 50 olan oranının üzerinde
bir oran demek.
Yine
diğer bir deyişle:
Dolapdere
1985-2015 içindeki, 30 yıllık hepi topu 10
bin kişilik bir gözlem grubu, 100 küsur milyon kişi için geçerli bir çıkarsama
sağladı bize.
Birinci Cumhuriyet’in tasfiyesi biraz da buna bağlıydı. Tıpkı Osmanlı’nın
tasfiyesinin bir önceki göç dalgasına bağlı olması gibi.
Herhalde,
bunu içeriden gözleyip, doğrudan yazan ilk ve tek kişi de biziz...
(9 Mart 2016)
Türkiye İçin En Kötü Senaryo
‘%5’lik
AKP’sel Huruç’ metnimize gelen bir okur yorumu, ‘en kötü senaryo’ dedi.
Böylelikle,
insanlarla aramdaki bakış açısı farkını bir kez daha gördüm.
İlkin,
ben o metni, en kötü senaryo diye yazmadım.
Daha
kötü senaryo-cuk-lar, MHP’li ve/ya HDP’li olanlar olurdu herhalde.
Dahası:
Eğer
çevremizdeki ülkeler parçalanmak için bu denli çok uğraşmasalardı, daha kötü
senaryolar olurdu.
Eğer
Kürtler, parçalanmak için bu denli çok uğraşmasalardı, daha kötü senaryolar
olurdu.
Eğer
IŞİD olmasaydı, daha kötü senaryolar olurdu ki o zaman, Batı PKK’ye destek
verirdi, şu an vermiyor.
Eğer
beyazımsı siyahımsı, kayıtdışısal ve kara paralar olmasaydı, daha kötü
senaryolar olurdu.
Eğer
gerçek halk isyanı çıksaydı, daha kötü senaryo larolurdu.
Bitmedi.
Dahası:
Murphy
demiş ki:
En kötüsünü
düşünün, muhakkak daha kötüsü olur.
Dahası:
En
kötünün olmadığı bir dönemdeyiz, kötüde dip yok.
Yani:
Orta
Çağ’ların dibi, sonu, şusu busu yoktur ve/ya gidişatları belli olmaz hiç.
Ve biz
bir Yeni Orta Çağ içine girdik. Çoktandır.
En kötü
senaryo, TC’nin parçlanması mıdır?
Bence
değil:
Parçalanmanın
üstüne bu parçalar, bir de kendi aralarında savaşırlarsa daha kötüsü olur.
Cengiz Han’ın parçaladığı Anadolu’daki beylikler gibi: 1250-1300 arası tam bir
kaos oldu.
Kürtler
kendi aralarından fiili-gerçek iç savaşa başlarlarsa daha kötüsü olur, olacak
gibi de. (Ki bu geçmişteki, Barzani-Talabani aşiretleri arasındaki, bahardan
bahara, oyun gibi savaştan çok daha farklı olur.)
IŞİD
parçalanınca, yavru oluşumlar-arası iç-dış savaş başlarsa, daha kötüsü olur,
olacak gibi de. Paralar, askerler, silahlar, malzemeler, bilgi sürüp gidecek.
Yani:
Ertelenmiş
ekonomik krizin duble V olması gibi, ertelenmiş savaşlar ve iç savaşlar da,
duble-, triple-, multi-V’ler olur, oldu da.
Kurtuluş
Savaşı sırasında, resmen tanımlı 25 halk isyanı oldu ve herhangi biri TC’yi
başlamadan sonlandırabilirdi pekala.
Haa, bak
bu TC parçalansa da, şu an halk savaşı olmaz. İktidar seçkinleri-arası savaş
olur ancak.
Gelecekbilim
açısından bakarsak:
En kötü
senaryo, 2. Cumhuriyet kurulamazsa olur. O da, en erken 2025 gibi.
Yani, 10
yıl daha Fetret’e devam.
Dipnot:
Kallavi
bir tane atom bombası değil de, atom bombacıkları bile, en kötü senaryo değil:
Onu da imlemiş olalım.
(9 Mart 2016)
ABD, Türkiye, Barzani, Musul
Cnnturk,
Musul ile ilgili 10 parçalı bir fotohaber yayınlamış. Yalnızca bir parçası
anlamlı:
“Musul
operasyonu başarılı olursa, IŞİD üyelerinin kuzeye doğru püskürtülmesi
bekleniyor. Bu da, Türkiye sınırının yeniden ısınması demek.”
Fonda
ses efekti:
Da na
naa naağn...
Özetleyebilirsek:
Barzani,
kenara çekilip, ortalıktaki patırtıyı izleyecek. Kendine göre, bu harekatın
bağımsız Kürdistan için gerekli olduğunu düşünüyor.
ABD, Musul’da kalıcı üs kurma düşüncesinde
olmasa, harekat açıklaması yapmazdı. Bizden de beterler: Bir yere girdiler mi,
gerekse de, zararda da olsalar, oradan çıkamıyorlar bir türlü.
ABD,
batıda PYD ile, doğuda Türkiye ile, IŞİD’i çifte kıskaca almayı düşünüyor ama
IŞİD de 6 aydır boş durmuyor herhalde.
Türkiye,
sanırım bir taktik gereği, kendileri için önemli olan noktalarda epeyi süredir
konuşlanmış durumda. Doğruyu söylemek gerekiyorsa, IŞİD’e karşı koyan tek öğe,
Türk öğesi oldu oralarda, haa yapacaklarının binde birini yaptı ayrı konu.
TC’nin, kendi sınırları içinde IŞİD’e negatif olmayıp, dışında negatif olması
da, savaşın ironisi bizce.
Çok
önemli bir ayrıntı var:
Ne Arap
askerleri, ne de halkı, IŞİD’e karşı 2014 yazında direnmemiş. Böylelikle IŞİD,
elini kolunu sallaya sallaya oraya yerleşmiş. 1,5-2 yılda durumun değişmesi
için bir neden yok. Dost ateşi olacak yani.
Suriye’deki
Arap halkı oralardan kaçırıldı ama Irak’ta böyle bir şey olmadı son yıllarda. O
dönemi 25 yıl önce geçirdiler onlar. Kalanlar hep kalacak yani.
Musul
Barajı her an yıkılabilir durumda ve bunu da IŞİD dahil, herkes biliyor. IŞİD
düşerse, baraj da düşer kanımızca ve bu da 500
bine kadar çıkabilecek sivil ölümü
demek olur.
Dönüp
dolaşıp, asıl ciddi oyun tasarımının
bu olduğu kanısına varmaya başladım:
Hollanda
2015, sel felaketini önlemek içindi. TC 2015, yoktan elektrik felaketi yarattı.
Musul 2016 ise, bu ikisinin kırması
olur gibi: ‘Du bakıim, bi beline çakayım, iyileşcek mi acep?’ gibisinden acaip
bir şey bu.
Tarih açısından
öğretici gibi. İnsanlar açısından deneyimleri ölümcül olacak gibi. Sağ kalanlar
da balatayı sıyırtmış olur gibi.
Sonuçta
Musul harekatı, yapılmasa da olur bir şey, gibi.
En
azından yaşayanlar açısından.
Doğmamışlar
ve 50 yıl sonrası için anlamlı bilgiler yaratabilir. Çünkü:
Dünya,
yeni bir savaşan beylikler ve/ya bin ev dönemine girdi: En az 10 bin
alt-taktik (stratagem’cik) gerekli.
(9 Mart 2016)
İnkar Kültünün Derişmesi
Derişme,
çok yoğunlaşma demektir. Derişik, kimyada konsantre için kullanılır.
İnkar
kültü, insanların algılamakta ve kabul etmekte çok zorlandıkları durumlarda,
örneğin genelde ölüme karşıki, yoksayma davranışlarıdır.
Birleştirirsek:
İnkar
kültünün derişmesini, son 8-9 aydaki savaş koşullarında çok izledim.
İlk 3
bin ölü verildikten sonra, savaşı inkar eden birine, kaçıncı ölüde savaşın
varlığını kabul edeceğini sorduğumda, yanıt veremedi. 10 bin ölü oldu, hala
yanıt veremedi.
Musevlier
de, bunu 2. Dünya Savaşı sırasında yapmışlar:
Toplama
kampının içinde, zehirli gaz duşunun kapısında bile, öleceklerini inkar
etmişler.
Peki,
herkes ölmüşse, bunu nereden ölüyoruz?
Çünkü,
herkes ölmemiş. Naziler, psikopat-ötesi olduklarından, insanları günlerce duşun
kapısına götürüp, bazılarını günlerce geri getirmişler.
Bazıları
sağ kalmış ve olanları anlatmış.
Biz de,
o sıradaki davranışları böylelikle kayıtlardan öğrenmiş olduk.
İnkar
kültünün şimdiki neden şu:
Türkiye,
birbirine bağımlı olması gerekmeyen 3 durum yaşıyor:
Bir: Yaklaşık
180 yıllık Tanzimat kültüründen vazgeçiyor.
İki: Birinci
Cumhuriyet’i tasfiye ediyor.
Üç: 33
yıldır iç savaşın içinden çıkmaya debeleniyor.
Bu da,
kaos matematiği açısından, 3 tane büyük ölçekte, yolların çatallanması demek.
Ayrıca,
global kaos dönemine girildiği ve 2000-2200 arası tarihin iniş dönemi olmakta
olduğu için de, ek olarak çatallanmalar da var.
Savaş
bunlardan biri, iç savaş öyle, darbe öyleydi, aksis değiştirme öyle, ekonomik
krizler öyle.
Kültürel
şizofreni veya kimlik yitimi, aslında bizde hep vardı.
Tanmizat
ve Meşrutiyet romanında mizahla verilen bir biçimde, Doğu-Batı çatışması
şizofreni yarattı.
Niyazi
Berkes’in saptadığı ve gözden kaç(ırıl)an bir biçimde, Birinci Cumhuriyet’in
erken döneminde, 11-16 yaş arası öğrenci intiharları çok artmış. Anababa
gitmiş, gelenek gitmiş, ülke gitmiş, çocuk da yitmiş, olmuş.
Aynı
olay bu sıralar, intihar vakalarında, ‘atlasana lan’ biçiminde tezahür ediyor.
Bu da, bir kültürel şizofreni.
İşte bu
kültürel şizofreninin dolaylı göstergelerinden biri de, inkar kültü.
Halkımız
herşeyi inkar ediyor:
Ailenin içine
ettiğini, maddiyat için herşeyi sattığını, paranın onun için Allah’tan ve
ülkeden önce geldiğini, her seçimde parti değiştirdiğini, üyesi olduğu partiye
oy vermediğini, ensesti, tecavüzü, kadını dövmeyi...
Sonra,
kan, ter ve gözyaşı geliyor.
Herşeyi silip
süpürüyor.
Tarihte
de hep böyle olmuş...
(9 Mart 2016)
Neyi ve Nasıl Yazmak?
Bu soru,
yalnızca edebiyat / sanat için değil, felsefe ve bilim için de geçerli ama
onlar, bu metnin konusu değil.
Neyi
yazacağın, neyi yazmaya değer bulduğunun yanıtı olacaktır.
Esin
perine veya içinden gelmesine bırakırsan bile, uzun vadede yazdıkların belli
bir aralığa yoğunlaşacaktır. Tamama yakın yazarda böyle olmuş çünkü.
Meta-eleştirinin de böyle bir yararı var, yazılmışların kaydını tutup
irdeleyebiliyor.
Dolayısıyla,
neyi yazacağına bilincinle ve isteğinle karar vermek daha makul gibi görünüyor.
Hiç olmazsa, neyi niçin yazdığın sorulduğunda, şakkadanak yanıt verebilirsin.
Genel
öneri, ne yazarsan yaz, iyi bildiğin şeyleri yazmak yönünde olmakta. Yoksa Yaşar
Kemal gibi, ‘Menekşe Koyu’nu yazıp, birçok denizcilik bilgisi hatası
yapabilirsin.
Neyi
bildiğin, özellikle roman ve öykü yazarlarınca, yaşadığını yazmak olarak anlaşılır. Hatta, Türk yazarları daha da
ileri gidip, Rıfat Ilgaz gibi, ‘Karadeniz’in Kıyıcığında’yı, anı yerine, roman
türünde yazabiliyorlar. Ancak, yine onun ‘Hababam Sınıfı’sı, özgün durumuyla,
film durumuyla değil, 1930’ların ve 1940’ların öğrencilerinin anılarını
dinlenmişliğine dayanır. Ancak, birçok insanın başkasının anısını kendisininki sanabilmesi
denli, standart-içi olabiliyor o türden anılar.
Nasıl
için ise, edebiyatın 60 küsur dalı var. Olmadı, kabına hiç sığamadın, Montaigne
gibi, yoktan deneme gibi bir tür de var edebilirsin. Sonuçta, roman denilen tür de, 1800’lerin
başında Avrupa’da yaratılmış bir tür.
Senaryo
türünün yaratılması ise, 1900’ü buldu.
Çizgiroman
grafik romanı, 1930’larda başlamış sayabileceğimiz bir tür.
1880’lere
ait olan Feneon tarzı çok-çok kısa öykü türü, 2000’lerde ‘twitteratür’ olarak
yeniden icat edildi de. Hemingway’e atfedilen ama aslında onun olmayan 6
sözcüklük öykü de bir tür.
Günümüz
koşullarında bile, hala yeni türler üretilebiliyor:
6 saniye
uzunluk sınırlı olan ‘vine video’lar için, çok-çok kısa senaryo veya sinopsis
yazmak, henüz adı konmuş olmasa da, yeni bir tür sayılır.
Yani,
yeni bir yazın türü yaratmak, hem yazın-içi olabiliyor, hem de yazın-dışı /
çapraz medya olabiliyor.
Ancak,
ne yazarsan yaz, Ustamız Tahir Alangu’nun dediği gibi:
‘Mollalar,
yazar olacaksanız, günce tutun.’
Ben buna
bir de mektup türünü ekliyorum.
Türkçe
için konuşursak, her 2 tür de, pratikte sıfır dolu birer alan. Yani, hemen ne
yazacaksanız yazın, yeni ve farklı bir
şey yazmış olursunuz. Ayrıca, 1. veya 2. bin sayfada da,
yazarlık-çıraklığınızı atlatmış olursunuz. Alangu’nun öğüdü de onun içindir
zaten.
(9 Mart 2016)