30 Mart 2016 Çarşamba

Mart 2016 Metinlerim: Parça 1 / 4

 Demirtaş, Türkler, Malazgirt, Kürtler
Demirtaş abuksamalarına devam etmiş:
“1071'de Alparslan Malazgirt'e gelmeden önce de Kürtler burada vardı.”
Not: Birden, haberin Eylül 2015 tarihli olduğunu gördüm. Dolayısıyla durumum, Laz’ın ‘ben şimdi öğrendim’i gibi oldu.
Oysa, olayın aslı şu:
Alparslan, bugün bilmediğimiz bir nedenle, Anadolu’ya / Bizans’a saldırma / girme arzusunda değilmiş. Suriye’yi fetihle meşgulmüş o sıralar.
Bizans, doğuya doğru saldırıya geçince, Malazgirt’te savaş olmuş ve Türkler kazanmış.
Ancak yine de Türkler, Alparslan ertesi yıl ölene dek, Anadolu’ya girmemişler.
Sonraki 20 yılda (1072-1092) ise, Anadolu’nun neredeyse tamamı fethedilmiş ama o zaman da Büyük Selçuklu bitmiş.
Anadolu Selçuklu olunca, onun asıl adı Roma-Konya olmuş (Roum-Iconium veya Selçuklu-Rum).
Keza Fatih de, İstanbul’u aldığı için, kendini Roma’nın devamı olarak görürmüş. Bir rivayet de, anası Hristiyan olduğu ve kendisi de o eğilimli olduğu için, oğlu onu zehirletmiş.
Bu olaylar vuku bulurkene, ortalıkta Kürtler falan yok. Hakkari-Yüksekova bile, neredeyse 900 yıl sonra, 1924’te bile, Keldaniler’in mekanı çünkü. 1000-1900 arasında, Rize-Adana hattının doğusunda ve güneyinde Kürtler hep azınlıktı yani, Hristiyanlar’a karşı yani, bakınız Gotha Almanac 1911. Ermeniler gibi, Keldaniler de yanlış ata oynayınca, ortalık Kürtler’e kalmış oldu.
Şimdi, bu kadar dezenformasyonla, Selocan’ın adını Adolfcan yapabilir miyiz acaba?
Hani kitle, en çok dezenformasyon yapana oy veriyor ya...
(1 Mart 2016)



Faşizme Karşı Faşizm
Ve engizisyona karşı engizisyon.
İlk tez, Brecht’in ‘yabancılaştırmaya karşı yabancılaşma’ tezinin antitezi.
Onun dediğini yaparsanız, yabancılaşarak özdeşleşirsiniz, yani sistemle.
Oysa tam tersine, özdeşleşerek yabancılaşma gereklidir. Yani, popüler kültür zehrini sonuna kadar tüketerek, ona karşı bağışıklık kazanmak, onu aşmak ve onu cazlaştırmak için bu gereklidir.
Blog da bir popüler kültür ürünü. Dolayısıyla bu tez, ona da uygulanıyor.
Blogcu, yazar, entellektüel; Milena gibi, Musevi ve komünist değilken, Museviler’i ve komünistleri Naziler’in elinden kurtaracağım derken, kendi toplama kampında ölmez.
Aydının alnında, 32 puntoluk keriz yazmıyor çünkü.
Oy hakkı olanın oy sorumluluğu da vardır. Eğitim hakkı olanın eğitim, bilgi, kültür sorumluluğu da vardır: Kitlenin, halkın yani.
Blogcu durumu saptar. Doğru bilgi verir.
Bu, faşizme karşı faşizm ise, faşist de olunur.
Sonra da, sisteme bağlanmaz, sistemden ayrılır.
O lafları eden Brecht de, tüymüştür zaten. Toplama kampı falan da görmemiştir. Ama sallar: İlk bilmem kimi götürdüler, sonunda götürecek kimse kalmadı.
Bugün TC’de faşizm ve engizisyon var. Bunu söyleyebilmemiz, bunun olmadığını göstermez, kellemizi giyotine soktuğumuz anlamına gelir.
Bunu söylüyoruz, çünkü kitle / halk, iktidar seçkinleriyle birlikte, kendi kanını içebilmek için pazarlık ediyor, sisteme bağlanıyor.
Blogcu, yazar.
Bizim şavalak RB’cular gibi, gidip Silivri’de poz verip, sonra da kendi yazarını ipe yollamaz.
Blogcu, doğruyu bilir, doğruyu yazar.
Bu, faşizme karşı faşizm olsa da, öyledir.
Dipnot:
Meraklısına not:
Doğru, bazan faşistçe olabilir, ‘İstanbul’a Atom Bombası’ metinlerimiz gibi...
Denge olsun diye, kendimize karşı da, faşist olduk hep.
(1 Mart 2016)
Federal mahkeme: FBI Apple’a baskı yapamaz
Bir haber:
“FBI yetkilileri, Brooklyn’de süren uyuşturucu davasında Apple’dan ele geçirilen bir iPhone’un kilidinin kırılmasını talep etmişti. Bu talebi geri çeviren Apple ile FBI mahkemelik olmuştu.
New York Federal Hakimi James Orenstein, FBI’ın bu konuda Apple’a baskı yapamayacağına hükmetti.”
Oysa, bölgesel mahkeme tersine karar vermişti.
Yani:
Bir:
Artık hukukçular, tarihsel ve kültürel baskı karşısında, yolsal çatalalnma yaşamaya başladı: Yani, kimi sisteme karşı eğilirken, kimi bireysel tavrını korudu.
İki:
Özellikle G-7’deki sistem, bireysel özgürlükleri hak olarak artık takmamaya başladı.
Üç:
Bu, emekçi haklarının geriletilmesiyle birleşince, ortaya bir neo-faşizm + neo-engizisyon sentezi çıktı.
Üç için not:
İspanya’da en yoğun engizisyon yaşanırken, benzeri kafasına göre mülke el durumları aynen yaşanmıştı. Yani, Krupp faşizmi gibi, ortada bir Krupp engizisyonu geleneği de var. Bizdeki sağlam Demirbank’ın devlet eliyle batırılması gibi.
Hakların kaldırılması, ‘tekli dahi edilemez’den, ‘leyn, biz kafamıza göre (bürokrasi eliyle) resmi-talan yaparız be’ye geldi.
Tüm bunlar da, bireysel özgürlük yatağı sayılan ABD’de olup bitti.
E tabi, o zaman da gelsin Trump...
(1 Mart 2016)



Sinemada Editörlük
Burada, olumsuz bir eşanlamlılık var:
İngilizce ‘editing’, sinemada ‘kurgu’ anlamında kullanılıyor.
Türkçe’de ise, bunun için ‘derleyici’ sözcüğü var.
Kurgu ve derleme ise, aynı şeyler değil.
Edebiyatta derleme şu biçimde oluyor:
Adamın biri, bir anafikri yaşama geçirmeye karar veriyor ve bunun için birçok yazara başvuruyor.
Örneğin diyor ki:
“Sizin en tehlikeli düşünceniz nedir?”
Gönderiyor bilimcilere.
Kaçı yanıt vermişse oluyor 1 derleme kitap. (Böyle bir kitap var ve bazı bilimciler, konulan sürede soruyu yanıtlamamış ama yanıtlamayı taahhüt etmiş.)
Editör bunu düşünmese, bu kadar yazarın aklına o soruyu yanıtlamak gelmeyecek, aslında bilimci yazarların aklına bu soru kendiliğinden gelmiş olması gerekir ama gelmiyor işte ne şazık ki.
Sinemada da bu yapıldı:
1895 üretimi, özgün Lumiere bir kamera, 1990 gibi bulundu. Sineama editörleri bunu tamir ettirdi ve kullanılır duruma getirdi. Sonra da yönetmenlere gittiler:
Bununla birer film yapın.
Kural şu:
Tek çekim ve 52 saniyelik rulo film.
40 yönetmen yaptı ve ortaya ‘Lumiere and Co.’ çıktı.
Not: Bu proje tamamlandıktan sonra da, o sırada programı dolu olan yönetmenlerin, bu haberi bilip, sonradan o kamerayla o filmi çekmesi gerekirdi. Bunu istemeyeni, yönetmen sayamam ben.
1 düşünce daha:
Sinema üzerine birer film yapın.
1 düşünce daha:
11 Eylül üzerine, 11 dakika 09 saniye’şerlik birer film yapın.
1 düşünce daha:
Mayın üzerine birer belgesel yapın.
1 düşünce daha:
‘Matrix’ üzerine çizgifilm yapın.
Hepsi de film yapıldı.
Hepsi de internette var.
İşte, sinemada editörlük bu olmakta.
En son, ‘Loving Vincent’ filmi yapıldı, van Gogh’un eserlerinden olmak üzere, 40 ressama 55 bin kare yeniden ürettirildi ve bunlar film için birleştirildi. Dünya’nın ilk resim-film’i oldu böylelikle.
Bu yaklaşım, bu sıralar dizilerde de kullanıldı. Burada, anafikri editör yerine, prodüktör getirdi. Ortaya ‘Hannibal’ çıktı.
Ancak, burada hala eksik olan bir şey var:
Eğer bir editör, bir eleştirmen denli çok film izlemişse, hangi yönetmenin neyi iyi film yapacağını da bilir. Baştan bilirse, kötü örnekler yapılmadan elenmiş olur.
Eğer bir editör, editör filmlerini izlemişse, hangi yönetmenin bu işi kıvıramadığını da görür. 11’’ 09’ 01’daki 11 filmden 2’si çok iyi, diğerleri berbat idi örneğin, çekilmese daha iyiydi yani. ‘Lumiere and Co.’daki 40 parçadan yalnızca 2’si film idi. 38 yönetmen, Lumiere sineması nedir bilmiyordu. Utanç verici bir durum ama gerçek de bu.
Dolayısıyla:
Sinemada 100 tür veya alttür varsa, editör filmi de bir tür. 1 milyon film yapılmışsa toplamda, 10 bin de editör filmi yapılabilir demektir. Oysa, henüz 100 tane bile böyle örnek yok bildiğim kadarıyla.
Not: Trier’in diğer bir yönetmene, 5 kural-engel koyup, 5 film yaptırması, çok çok özgün bir örnek. Sorun, eğer Trier bu engelleri kendine koyabilseydi ama koyamadı da... Dogma’nın kendi koyduğu 10 kuralı Dogmacılar’ın kendilerinin çiğnemesi durumu da, ironik ötesi bir örnek.
Ben bir editörlük önerisinde bulunayım:
Eski Yugoslavya savaşları konusunda yoğun film yapan 3 yönetmene yönelik bir söyleşi filmi. Çünkü, hala estetiko-politik yalpalar vurmayı sürdürüyorlar, başta Kusturica olmak üzere.
Hadi, bir de alaturka örnek olsun bakalım:
İstiklal Caddesi’nde, 24 saatta, 24 yönetmen, 24 saatlık / 1 günlük konulu / öykülü, birebir zamanlı filmler çekecekler ama hiçbiri diğerinin kadrajına girmeyecek. Aynı anda da, en az 7 yönetmen çekim yapacak.
Yani:
Sinema bitmez, çünkü henüz başlamadı.
(1 Mart 2016)



Kadın olup da bakımsız olmak olmaz elbet
Bu sav, Canan Ekinci Yılmaz’ın.
Bu sav, kadın demokrasisi, kadın hakları, kadın dünyası için utanç verici bir şey bencesi.
Erkekler bunu söylediği zaman ayıp oluyor.
Neden, bir kadın söylediğinde ayıp olmuyor?
Neden, bir kadının bakımlı olması gerekli?
Neden, bir kadın ilkin ve en çok dış görünüşüne önem verir?
Neden, bir kadın güzel ve zeka eksikli ve bilgi eksikli olur?
Neden, bu açıkça savunulur, hem de bir kadın tarafından?
Bu sorunları geçelim:
Asıl sorun, bu yazarın yazar sayılması ve bunları yazmakta ve yayınlanmasında sakıca görülmemesi. (Editörümüz de bir hanım.)
Şunu unutmayın.
Nasıl ki Müslüman olmayı yazarak aşağılamak bir suçsa, kadın olmayı aşağılamak da bir suçtur.
Suçtur, ayıptır. Günah olsa da olur, olmasa da olur.
Yazık, diyorum ve susuyorum.
Dipnot:
Siz hiç Halide Edip’in böyle sözler ettiğini gördünüz mü?
Ya da Tezer Özlü’nün?
O nedenle Cumhuriyet battı ve bitti. Kendilerine bedava hak verilen kadınlar, onu koruyacağına bakımlarını koruduğu için.
Unutmayın:
Güzel görüntü, faşizmin tezlerinden birisidir.
(1 Mart 2016)
Trump’a Süper Salı Tepkisi: Nasıl Kaçarım?
Bir haber:
“Trump'ın 'Süper Salı'daki zaferinin netleştiği saatlerde pek çok ABD'li Google'da, "Kanada'ya nasıl yerleşirim" araması yaptı!
...
New York Daily News gazetesi de dünkü (çarşambaki) baskısında, Donald Trump’ın başkan seçilmesi halinde ülkeyi terk etmeyi düşünen okuyucularına, hangi ülkelere daha kolay yerleşebileceklerine dair ayrıntılı bir dosya sundu. Haberde Amerikan vatandaşlarının Kanada, Ekvador , Avusturya, Meksika ve Singapur’a rahatlıkla yerleşebileceği kaydedildi.”
Demokrasi beşiği sayılan ABD’den de kaçılır...
Ekonominin şahı kabul edilen ABD de iflas eder, etti de.
İşte buna, ‘kaybet-kaybet’ oyunu deniyor. Tüm şıklar eksi çünkü.
Bir anekdot:
Ünlü oyuncu Mel Gibson, Vietnam Savaşı’na gitmesin diye, babası Avustralya’ya taşındı. Gibson büyüdü, adam oldu hesapça ve oyuncu olarak taa Avustralya’dan ABD’ye geri döndü. Taş dibine düşüyor yani.
Burada asıl önemli olan ise şu:
McNamara ve Kisisnger nezdinde bir gelenek var ABD’de: İşadamlarını yüksek düzeyde politikacı yapmayı seviyorlar. Kendilerinde sevmkele yetinmiyor, Meksika ekonosini kurtarsın diye, Coca Cola CEO’sunu adamlara zorla politikacı diye dayatıyorlar (25 yıl önceki olaydır).
Dorudur Krupp’tan faşist olur, olmuştur da.
Ancak Krupp, parti yöneticisi falan olmaya kalkmadı, yalnızca ‘çalışmak özgürleştirir’ diye bir yumurta yumurtladı, o kadar.
ABD’de dolar milyarderi Peros da başkanlığı denedi ama beceremedi.
İşte işin özü burada:
Başkanlıkta YMCA bitti. Siyahi, kadın, dolar milyarderi, şu bu, bir şeyler uydurmak zorundalar artık.
Yeni ve farklı diye, Trump’ı kakalayacaklar ama olmayacak.
(3 Mart 2016)
Ahmet Oktay Vefat Etti
1933 doğumlu imiş. Ben de yeni öğrendim.
Yani, uzun dayanmış. Cumhuriyet’in 2. onyılının çocuğu imiş.
2015 yılı, bu kuşağını peşpeşe vefat ettiği yıl oldu. Böylelikle, 2013’(te tasfiye edilmiş olan 1. Cumhuriyet’in yazar ve aydın kuşağı da son bireylerini tüketiyor oldu.
Ahmet Oktay, belki 2., belki 3. sınıf bir yazardı. Deneme de yazardı ve 1. sınıf denemeci çıkaramadan bitti 1. Cumhuriyet.
Benim için, patolojik bilanço budur.
Denemeciler, güzelyazıncıların tersine, hissi değil, düşüncesel metinler yazarlar.
Yani, Cumhuriyet beyin yetiştiremedi ama yürek çok fazla yetiştirdi. Ortalık sakatatçı dükkanına döndü hatta.
Ben 1960 doğumluyum. Yani Ahmet Oktay kültürel babam olacak kuşaktan. Oysa ben Fassbinder’i kültürel babam sayarım, Kafka’yı da kültürel dedem. Babamın babası 1900 doğumlu idi, babam 1936 doğumludur ve hala sağdır; Kafka 1883 doğumlu idi ve 1924’te öldü, Fassbinder ise 1945 doğumlu idi ve 1982’de öldü. İkisi de erken öldü yani, Ahmet Oktay’ın tersine.
Edebiyat tarihinin olumsuz bir yanı vardır, geçmişe doğru menzil uzadıkça, en değerli eserler bile değersizleşir, örneğin artık ‘Sefiller’ gibi klasik-klasikler yerine, modern-klasikler var, Kafka modern-klasik idi örneğin.
Montaigne gibi istisnalar dışında bu, deneme gibi güzelyazan ve kurmaca olmayan alanlar için de geçerli. İşin acaibi de şu: Geçmişe doğru hala okunası 100 veya 500 eserin hemen hiçbiri güzelyazınsal veya kurmaca değil.
Dolayısıyla Yaşar Kemal x Ahmet Altan çelişkisi hala var:
Yaşar Kemal’in ‘İnce Memed 1’i (1946-1996) 50 yılda 1 milyon okunmuş, Ahmet Altan’ın bir kitabı 1 yılda 1 milyon satıldı. İlki hala okunuyor, ikincisi artık satılmıyor.
Yazarın böyle bir seçeniği var yani:
Oğuz Atay gibi, ‘neredesin ey kari?’ diye diye ölmek ve 20 yıl sonra çoksatar olmak da var, Mehmet Seyda gib ölümünden sonra kitabı basılmamak da.
Ahmet Oktay, bunların arasında her yıl 500 gibi satan biri olarak yer aldı.
(3 Mart 2016)
Serol Aksel’e Blogculuk Önerileri
Sorusu şu:
“Selam Herkese;
Kaç zamandır blog ile ilgili canımı sıkan bir konu var. Yönetime 2 defa mail attığım halde lütfedip dönüş yapmadılar... Bazı blog yazarlarına iltimas geçildiğini düşünüyorum... Bu siz de olabilirsiniz smile ifade simgesi. Ama ben kendi adıma hakkımla okunur bir yazar olmak isterim. Sizin de öyle olmak isteyeceğinizden eminim. Şunu da söylemeliyim, toplam okunurluk yönünden bir sıkıntım yok... Ama her gün aynı yazarların blog sayfasında ve ana sayfada dönmesinide adaletli bulmuyorum... Bu konuda bir istatistik var mıdır? Kim kaç kere ana sayfada yada blog sayfasında çıktı diye.. Hiçbir şey yapamıyorsanız, sırayla yapın. Başka öneriler de olabilir. Aksi takdirde, yeni başlayanların da azmini kırıyorsunuz. Ben 3 senedir yazıyorum, anasayfaya çıkışım, 2 ya da 3’ü geçmez. Son 6 yazım da, blog sayfasını dahi görmedi... Bilmem anlatabildim mi?
Elim değmişken, başka bir sitemimi daha yazayım. Blog sayfası çok kötü dizayn edilmiş ve çoğu fonksiyon, ya çalışmıyor, ya da yanlış çalışıyor. Bir IT’ci olarak söyleyebilirim ki basit bir iş olmasına ve bu kadar kitleye hitap etmesine rağmen, bu işe niye kimse el atmıyor anlamış değilim...”
Yanıtım da şu:
“3,5 yıllık gözlemim şu: RB, günde 2-3 kere, sabah, akşam üzeri veya akşam ve geceyarısı olmak üzere, sayfa yeniliyor. Bunun saatları hep oynuyor. Bana olduğu için biliyorum, dakikası tutarsa, metniniz ilk 5 metin arasında yarım günden uzun süre kalabiliyor ve bu, okunurluk sayısını epeyi arttırıyor. RB'de şu an günde 100 metnin aşağısında yayın var, her gün 1'den çok metin yazarsanız ve dediğim gibi, değişik saatlarda yayına sokarsanız, 15 günde hızlı tırmanış yaparsınız. Onun dışında seks, din, sansasyon, magazin, futbol gibi konular çok okunuyor. Viral okunma kuralları gereği de, çok okunan çok okunuyor (bu, totoloji değil). Bu ilkeler çerçevesinde metinlerinize bakayım, 1-2 özel öneri de mesaj olarak gönderirim. İyi okunmalar dilerim. Son olarak da: Dini safsataların korkunç sayılarda okunduğunu imleyerek, RB'u ciddiye almamanızı öneririm.”
Yazma temposu:
2016 (9)
2015 (46)
2014 (72)
2013 (134)
2012 (16) (Eylül-Ekim gibi başlangıç)
(03.03.16, 13:00.)
Eh, tempo düşük ve giderek de düşmüş. Yılda 180-200 en iyisi.O nedenle blogculuk, emekli işi ama onların da yazacak beyni kalmamış oluyor.
Konular:
Bilim Teknoloji (31), Dünya (2), Eğitim (1), Felsefe (38), Gezi Parkı direnişi (2), Kültür ve Sanat (21), Medya Televizyon (3), Politika (95), Sağlık Güzellik (2), Soma'da Facia (1), Spor (3), Şiir Deneme Öykü (7), Türkiye Gündemi (7), Yaşam (64).
İyi de değil, kötü de değil. Bilim veya sinema gibi, az yazılan konularda yazmak iyi bir öneri olabilir. Gezi ve Soma gibi geçici konulardan uzak durmak olabilir. Kendi sansasyonunu kendin yaratmak en iyisi. Konuyu yoktan var edeceksin yani.
Okunurluk:
Yazı başına 1.000 iyi ama toplam 350 bin az. 2012’den beridir burada olan biri için az. 600-750 binden sonrası yukarısı demek.
Sonuç veya çözüm:
Öneriler belli. Onları uyguladım ve hep ilk 10’dayım. Çok yazı, metin başına okunmayı düşürüyor ama toplam okunmayı arttırıyor. Milyon klübündeki 5 kişiden biriyim ki hepimiz de başından beridir buradayız.
Kendine kriter koy, şu kadar yazı ve şu kadar okunma diye. Ben 2 yazıyla bin, 4 yazıyla 2 bin, 6 yazıyla 3 bin okundum / okunuyorum günde. Bana çok bile.
En önemlisi:
RB er veya geç kapatılacak. Tüm yazılarını şimdilik Blogger’a yedekle. Şu an, hiç silmeme savındaki tek yer orası.
Her metnim ilk gün 150 ortalama okunuyor ama 3 bin okunduğum zaman, onlarca diğer / eski metnim de okunuyor demek oluyor. Bu, herkes için böyle.
İnternet bunun için:
100 sene sonra da okunabilirsiniz. Hem de sizin açınızdan bedava, çünkü sayfanızdaki reklamlardan para kazanıyorlar. Siz yeter ki okunun.
(3 Mart 2016)



Bloglar ve Editörler
Not: Tuhaf ama bu konuyu yazmayı unutmuşum.
MB’da yaklaşık 10 yıldır, RB’da ise 3,5 yıldır blog yazıyorum.
Her ikisi de günde 100 bin okunma sınırını aştı. Bu da orta çaplı bir gazete demek, okur başına 2-3 metin ile yani.
MB’da sanırım 3, RB’da ise 2 editör ile muhatap oldum.
İlginç ama:
5’i de kadın idi.
Neden?
Çünkü gazete patronları blogu önemsemiyorlar. Bunu da, köşe yazarlarının okunma sayılarını blogculara kaptırmadan önceki dayılanmalarından biliyoruz. O nedenle de, hanımları müdür yapmayı sevmedikleri için, önemsiz gördükleri konularda onları müdür yapıyorlar.
Oysa bu editörler, Abdi İpekçi konumundalar:
Tek başına, imkansız peşinde.
Sonrası feci tabii:
İş denetimlerinin dışında. Sudaki balık denli, bilinçsiz durumdalar. Kendilerine ne söylendiğini algılayamıyorlar. Kapasiteleri uygunsuz çünkü. Eğitimleri, donanımları, şuları buları yetersiz çünkü.
Bunun antitezi de vardı, bir erkek editör:
Yurtsan Atakan.
Bütün kaliteliler gibi, erken vefat etti.
Kendisi Hürriyet’te iken Onpunto’yu, Akşam’da iken Naberler’i kurdu. Az blogcu ile çok yüksek bir düzey yakaladı. Tıklanma sayısı da.
Sonra da kanser oldu.
Ancak, o günlerden kalma blogcular hala mevcut. İletişimdeyiz de.
Yani:
Bir ana akım var, bir sapa akım.
Her ikisi de başarılı oldu ve her ikisini de yumurtlayan tavuğun önce ırzına geçerler, sonra da keserler, oldu. Türk işi yani.
Ancak:
Burada sorun, editörler de değil, blogcularda oldu.
Okumadılar, öğrenmediler.
Sonuç da:
Dalgalar halinde, eski blogcular küstü, yeni blogcular geldi, editörler baki kaldı, oldu.
Bol gürültülü Hacivat-Karagöz oyunu gibi.
Oysa hem editörler, hem de blogcular oto-organize olacaklardı. Her biri, en güçlü olduğu alanı / konuyu markaja alacaktı. Ciddi bir basın muhalefeti olacaktı.
Düşünün ki AKP, 10 yıldır henüz blogları vurma tenezzülünde bile bulunmadı. Yani, tehlike olarak algılamıyor onları yani.
Editörler uygunsuz çobanlar, blogcular uygunsuz koyunlar oldu.
Böylelikle:
Hep birlikte mezbahadayız, toplama kampındayız, faşizmdeyiz, engizisyondayız işte...
Elimize sağlık...
Daha beter olalım...
(3 Mart 2016)
Murathan Mungan ve Sur
Sur üzerine yazmak böyle kısmetmiş.
Çünkü Mungan, Sur konusunda konuşmuş:
“48. SİYAD Türkiye Sineması Ödülleri töreninde konuşan ünlü şair ve yazar Murathan Mungan, ‘Birbirimizin hikâyelerine, hayatlarına ne zaman bu kadar yabancı olduk? Gezi'nin hikayelerine sahip çıkanlar; Sur'un, Cizre'nin, Amed'in, Kürdistan coğrafyasının hikayelerine niye bu kadar yabancılar? Akılları, vicdanları, ahlakları niye bu kadar yabancı oldu?’ sözleriyle büyük alkış aldı.”
Mungan da, Pamuk gibi, ünsüz iken, doğrudan politik metinler yazmayan ve konuşmayan biri iken, ünlü olduktan sonra, böyle çıkışlar yapmış oldu.
Mungan’ı 1990 gibi, bana zorla okuttular.
‘Bu adam eşcinsel yahu’ dedim.
‘Nasıl anladın ve sen öyle değil misin?’ dediler.
‘Ferdi Özbeğen kültürüm var ve değilim’ dedim.
Gülümsemedim, sırıttım yalnızca.
Böylelikle, gençkızlarımızın hassas ruhlu erkekleri eşcinsel sandığı gerçeğini de görmüş oldum.
O zaman Mungan’a ‘Kürt prens’ deniyordu.
Ancak, bildiğim kadarıyla Kürtler, eşcinselliğe Türkler kadar, belki daha çok düşmanlar. Bakınız, Mahzun Kırmızgül’ün güneşi görmesi. Filmde, doğru konuşan bir tek kişi vardı, o da eşcinseldi ve öldürülüyordu. Kürtler’in enformasyon teorisi böyle bir şey olabiliyor ne yazık ki.
Mungan’ın da hislerle işi olduğunu biliyorum ama düşünceyle, bilgiyle, doğruyla, enformasyonla, kognisyonla işi olduğunu, hiç mi hiç sanmıyorum.
Gelelim konuyla ilgili dezenformasyonuna:
Sur (ve diğerleri de), başarısız bir halk isyanı denemesi idi. Devlet başa yerine, kuzgun leşe oldu. Ve sonra gelsin ağlak oldu...
En mavrası Apo’nun zigzagı oldu: Önce halk isyanını teşvik etti, sonra arkasından çekiliverdi. Kimse de ona, ‘gözünün üstünde kaşın var’ diyemedi.Sıkıysa desinler...
Kürtler üzerine 6 ayda 1 kitap yazmayı tamamlamış biri olarak, hiç de sessiz kalmış falan değilim. Yalnızca, onların safında değilim. Onlara göre ise, ancak onların lehinde yazan ve onların safında olanın sesi çıkıyor sayılıyor.
Entellektüelim ve entellektüel, mazlum-kitle dahil, iktidar seçkinleri dahil, herhangi bir saf tutmaz. O mazlumlar ergeç zalim oluyor, oldu da çünkü.
PKK nasıl ki kendini emperyalistlere dayadıysa, yeni oluşum denilen YPG de öyle yaptı. Sonra da, ABD’den azar işitti: Pekekeleşmeyin leyn...
Hala eksik kalan bilgi var:
Demirtaş ve HDP, 2015’in ikinci yarısındoa AKP’nin savaş hükümetinde yer aldılar ve oy yitirdiler, girenler de pişman olup istifa ettiler. Kabineye girmeyi reddedeni de Demirtaş tasfiye etti ve yeniden seçtirmedi.
Biz, doğruları yeterince dilegetiriyoruz. Mungan’ın da bunları dilegetirmesini bekliyoruz.
Şaka şaka, öyle bir şey olmaz tabii ki...
Mungan ne zaman doğruyu yazmış ki 60’ından sonra bunları da yazsın?
O yazsa yazsa, masal ve hikaye yazar işte...
Gençkızları dezenformasyonla ikna eder...
(3 Mart 2016)
Ahmet Oktay: Bugün Sait Faik’in Yaptığı Edebiyatı Yapmanın Olanağı Kalmadı
İşte bu nedenle Oktay, 3. sınıf bir denemeci idi.
Küllüm mafiş bir tez.
Hayır.
Bugün Sait Faik gibi de yazarsınız, Bukowski gibi de, asıl önemlisi Feneon gibi de.
Naturalist ötesi naturalist bir yazın mümkün bugün.
Kurmaca veya kurmaca-dışı. Güzelyazın veya çirkinyazın. Alt-yazın veya üst-yazın.
Ki onun sürdüğü alan olan deneme, daha tanımlandığı anda bir meta-edebiyat alanı idi, çünkü yoktan var edilmişti, Montaigne tarafından.
Oktay ise, 500 yıl sonra bile, Montaigne denemeciliğinin gerisine düştü.
Montaigne, alaturka anlamda gibi hümanist değildi çünkü. O insanı değil, doğruyu seviyordu ve kendini öne çıkarıyordu, toplumu değil. Yazabilmek için de, inzivaya çekilmişti.
Bu 1940, 1950, 1960, 1970 kuşakları olan yazarlar buna saplanıp kaldı.
1980’den sonra da Ahmet Altan, Orhan Pamuk ve Latife Tekin geri üçlüsü, yıktı perdeyi eyledi viran.
Ne Cumhuriyet kaldı, ne gerçekçilik.
Oktay da gerçekçi değildi.
Bir olasılık ona atfedilen biçimde, dayak yedikçe kendini en haklı hisseden mürit konumundaydı.
Oysa gerçek, siz dahil, düşmanınız dahil, dostunuz dahil, herkesi ezer geçer.
Hep öyle oldu.
O gerçek ve gerçekçilik, Oktay’ın yaşamını da eserini de ezdi geçti.
Sorun yenilmektte değil, Spartalılar gibi, yenildikçe taktik değiştirmeyip, son insanına kadar yok olmak.
Evet:
1930 kuşağı silindi gitti.
Oktay da öyle...
Ayrıca:
Bugün Sait Faik gibi yazabilecek olan borazancıbaşı, buyursun er meydanına...
(3 Mart 2016)
Kapitalist Terörist IŞİD
Valla bunlar Çakal Carlos’u da aştı:
“IŞİD’in borsadaki hisse senetleri ve döviz kuru piyasası üzerinden kazandığı paranın ayda 20 milyon dolara ulaştığı belirtildi.”
Carlos, 20 yılda 20 milyon dolar kazanabilmişti oysa ki...
Hem trajik, hem komik, yani trajikomik...
Üstelik yinelenmiş bir durum:
FKÖ de, ABD’ye saldırmamak için zamanında 150 milyon dolar almıştı.
Acaba IŞİD, silah şirketlerinin hisse senetlerine yatırım yapıyor mu?
Önce keriz silkele, sonra da silah satın al:
Duble kazanç...
“Telegraph’ın haberine göre, IŞİD 2014’te ele geçirdiği Irak’ın Musul kentindeki merkez bankasında bulunan yaklaşık 429 milyon dolarla borsada yatırımlar yaptı, ayrıca kentte yaşayanlara Irak hükümetinin ödediği emekli maaşlarını da ele geçirerek hisse senetleri satın aldı. El koyduğu parayı Ürdün üzerinden tekrar Irak’a gönderen örgüt, böylece yabancı döviz kuru üzerinden büyük kâr etti.”
Sonuçta, devletler de bunun aynısını yapıyor.
Tripl kazanç...
Niyazi’ler şehit olmaya devam...
Kürtler maaşsız kalmaya devam...
En önemlisi:
IŞİD bitince, bu paralar buharlaşmayacak. Başka ellere geçecek. 1970’lerde bizim sol örgütlerin yurtiçinde soyduğu bankalardaki paralar hala yurtdışında baki çünkü...
Tamam, dolar her yıl % 3-5 değer yitirir ama zaten eksi faiz ve deflasyon var.
Sonuç:
Mafya için de, terörist için de, borsacı için de, kara-beyaz paracı için de paranın kuralları aynıdır. ‘İsviçre daha beyaz yıkar’cılar da aynıdır, Papa için bile...
O nedenle, ceman 64 trilyon doların kaynağı, bugün Dünya’da belli değil...
Ama herkes o paraları yiyor bir biçimde, çünkü zaten global GSMH o kadar ve 1 para 4 kere döner 1 yılda.
O nedenle:
Terörist ve devletçi / siyasetçi, başka biçimlerde olduğu gibi, ekonomide de negatif sembiyöz içindedir...
(3 Mart 2016)
Narsisizmin Yanlış Tanımları
Bu sıralar, uysa da koyan, uymasa da koyan bir biçimde narsisizm, yalan yanlış biçimlerde tanımlanıyor nedense.
Kendini beğenmek, aşırı beğenmek bile olsa, her durumda narsisizm değildir.
Kendini güzel sanan çirkin gençkızlarımız, hödük olmaktalar yalnızca.
Bugünkü 40 yaş altı ergenlerimiz de öyle. Tek çocuklu ailede, rakipsiz, rekabetsiz, çocukerkil olarak 40 yıl yaşayınca, kendilerini Dünya’nın merkezi görebilirler pekala. Ancak, iş yaşamına girince, apışıp kalıyorlar tabii ki. Veya aşk yaşamının rekabetine girince.
Narsisizmin en yoğun biçimi, ünlü sinema oyuncularında görülür. Sonuçta, on milyonlarca kişi sizi idol yapar. Bu gariplerim de, yaşlanınca dosdoğru psikiyatristi ya da bağımlılığı boylarlar.
Narsisizm, ressamlarda da görülür. Modern resmin prim ve tavan yaptığı zamanlarda, örneğin Picasso kendini dağ yaratmış fare gibi hissetmiştir herhalde. John Berger, bunu ‘Picasso’nun Başarısı ve Başarısızlğı’ kitabında güzel anlatır. Başarısızlık bölümü, ‘Modigliani’ filminde de güzel açımlanır.
Narsisizm, bilimcilerde de görülür. Bir paradigma yaratıp, yıllarca inkar edilip, bir de kabul edildiler mi, Ali kıran baş kesen olurlar.
Yani:
Kabaca söylenirse, dayanağı olmayan öz-beğeni, küstahlık, kibir, ıvır zıvır olabilir ama narsisizm değildir.
Adı üzerinde, Nergis sudan yansıyan kendi yüzünü görmüş de, beğenmiş. Pek güzelmiş.
Ansiklopediye bakınca, narsisizm psikopatinin hafif biçimi olarak tanımlanmış, onu gördüm.
Bu, biraz abartılı olmuş, çünkü ileri götürülünce, günümüzün atomize, yalıtık, sanal dünyalı insanına uygulanması durumunda, tüm Dünya toptan narsisist çıkar.
Eh, Nergis zamanında 1 tane Nergis vardı, 1 milyar tane değil.
Daha da acaibi, 16 semptomun belki 10 tanesi para-yönelimli insan tipini tanımlıyor: Başkalarını kullanma, onları pohpohlama, vd.
Bu durumda okur, kendi narsisist tanımını kendi yapıyor ve yazıyor.
(3 Mart 2016)
Yunanistan’da Futbol İptal
Vay be, bu da olabiliyormuş.
“Yunanistan Kupası'nda PAOK ile Olympiakos maçı sırasında çıkan olaylar nedeniyle karşılaşmanın ertelenmesinin ardından, hükümet kupa maçlarını iptal ettiğini açıkladı. Spor Bakanı, tüm futbol turnuvalarının kaldırılmasının görüşüldüğünü de söyledi.”
Harç bitti. Yapı paydos.
O nedenle politika, eğer arzusu oysa, mafyayı yener. Arzusu oysa tabii ki.
Ülkemizde de futbol mafyalaştı.
Temel neden de şu:
İddaa tümden iptal edilmeli. Öyle bahis olmaz, olursa da, şike kaçınılmazdır:
Bilmem kaçıncı dakkada, bilmem kim naapacak?
Haa, bir de şu var:
3 büyükler 1 milyar avro harcayıp, 10 yıldır küllüm mafiş takımlar kurdu, o da ayrı konu.
Ona da caart ceza:
GS 1 yıl Avrupa’dan men.
O borsa ayak oyunlarına da ceza gerekli.
Dinsizin hakkından imansız gelir.
Yoksa daha çook Platini’ler teneke olur.
4 milyar Niyazi-seyircili rezillik bu yahu, başka şey değil...
(3 Mart 2016)



Kaç Paralık Blogcusun Leyn?
Biz blogcular, başkalarının kazandığı paranın, üreteçleriyiz.
Bu para, sanal medyanın reklamlarından geliyor.
Bu para, 2014 için 1,4 milyar lira.
RB’un 3 yazarı bu sıralar, metinlerin % 10’unu yazıyor, muhtemelen okunmanın da % 10’unu yapıyor.
Yani, hepi topu 150 kişi, toplamın % 1’i, sonucun % 95’ini sağlıyor kabaca.
Sorarsan, 15 bin küsur kişi var. Kişi başına düşen ortalama metin 6 küsur, süre 3,5 yıl.
Sanal medyada günlük tıklanma 10-20 milyon.
Bloglarda günlük tıklanma, 100-200 bin.
Yani, % 1 oran.
Yani, 140 milyon lira.
Bin tıklanmalık reklamı, 50-100 lira diye düşünün. Tık başına 5-10 kuruş yani.
Sanal medyada bunu da, gazete başına 100 gazeteci olarak, 3 bin kişi yapıyor.
Sanal medyanın tıklanmalarının tamamına yakınını, köşe yazarları değil, magazin, futbol, şu bu yapıyor. 1 baldır bacak fotoğrafı 500 bin tıklanıyor örneğin.
50 yıl önce falan, gazetelerin tirajını köşe yazarları yaratırdı, bir de pehlivan tefrikaları.
Şimdi de blogcular var.
RB’da günde 1-3 bin okunan metinler oluyor ama 1 nolu metin için ortalama 500 tıklanma gibi bir sayı sözkonusu. Çoğunluk, sansasyonel ama politik konular tepede oluyor.
MB ise evlere şenlik: Keçiboynuzunun faideleri metni, ısrarla aylardır her gün bin tıklanıyor.
Her 2 taraf da, parayla blog yazan ama bir biçimde kendini kanıtlamış, kesin okurlu blogcuları transfer etmeye başladı. Bu da, az veya çok okunan epeyi blogcnun blogları terketmesine yol açtı.
Bu 2 blog için üst sınırın 200 değilse bile, 300 bin olduğu 10 yılda ortaya çıktı gibi. Sorun, Turkrus gibi yapıp, sayfa başına 50-100 değil, 5-10 bin lira almak: Turkrus’un reklamları, cancanlı, yanardöner, fener gibi ve çook sayıda, Hürriyet’ten bile çook.
Başka tür bir sorunun yanıtı:
1 milyon okunma sınırını 3 yılda geçen metinlerin içeriği, bolca dini safsata ve bir de sanal sektörle ilgili bilgi metni.
Futbol metinlerinin değil 1 milyon, 10 bin bile okunmaması ilginç. Ümmi bir seyircimiz var demek ki. Ya da Maçkolik’i yeğliyorlar bunun için.
Evvet sayyıın blogcular, sorumuz şu:
Kaç paralık blogcusun leyn?
(4 Mart 2016)
Oral Çalışlar Kürtler’de Gene Yanıldı
Bu kez de, Öcalan’ın ve Erdoğan’ın Suriye konusunda kırmızı çizgisi olduğu için, çözüm sürecinin bittiğini önesürdü.
(03.03.16 gecesi, bir haber kanalında.)
Yanlış.
Erdoğan-Davutoğlu ayrışması ve AKP’nin Haziran 2015 başarısızlığı ile, kadro B planını devreye soktu.
Ayrıca, Dünya’da bariz bir faşizme ve engizisyona kayış dönemine girildi. Herkes, kendi derdine düştü.
Sur’da yapılanlara gık diyen oldu mu?
Hayır.
Fransa, insan haklarını askıya aldığını açıklamıştı.
AKP, açıklama gereği bile duymadı.
Çalışlar, halk isyanı denemesinin tutmadığını söyledi ama zaten tutamayacağını söylemedi.
Apo, 5 milyonluk bir nüfusta 50 binlik bir halk isyanı hesapladı.
Yanlış hesap, Sur’da döndü ve durdu.
Ancak zaten, daha önce 6-7 bin ölü vardı. Son olaylarla buna 500-1.000 kişi daha eklendi.
Üstelik, bitmedi, daha var.
TC’yi NATO’dan çıkarsalar, ne olur?
Arabistan ve Katar, krallık devrilme sırasının kendilerine geldiğine aydılar, ABD’ye çift daldılar.
Rusya, kendine bunları müttefik bulursa, Ortadoğu’da neler olur?
NATO kalır mı geriye?
Hayır.
AB, zaten AGİT peşinde.
Yani Çalışlar, ağaca bakarken ormanı göremiyor, ormana bakarken ağacı göremiyor.
Her zaman olduğu gibi...
Bir de omo beyazı, akil adam, şu bu döneminin bittiğini, sırasının geçtiğini...
(4 Mart 2016)
04.03.16, 19:10.
İntihar veya Cinayet
Bu denli açıkseçik bir hülasa bu.
1963’te buydu, 2016’da da bu...
İkisini de seçemiyorum.
3 yaşında da böyleydi bu, 56 yaşında da böyle...
Cinayet listemde 40 kişi vardı en son...
Ölü-benler listemde ise, en az 10 kişi var.
Zeki Demirkubuz: 'Aldatmayan Kadından Hikaye Olmuyor'
Cehalet; erkeği, insanı, sinema yönetmenini söyletmiş.
Öyle bir olur, öyle bir oldu ki, öyle bir olacak ki ama Demirkubuz onu yapamamış, yapamıyor ve yapamayacak.
Kopya çekseydi 0 idi, kopya bile çekemedi eksi 1.
Bırakın aldatan kadını:
Kadın-erkek ilişkisiz, kadınlı ve erkekli film bile oldu:
‘Kız ve General’.
Kadınsız ve erkeksiz film bile oldu:
‘Pasifik Cehennemi’.
Zaten:
Aldatan kadın öyküsü, melodramdır, çok çok yinelendiği için de melokomiktir.
Saçma, cahil, hüzünlü ve komik Demirkubuz.
Sonra da bana soruyorlar:
“Neden Türk filmi seyretmiyorsun?”
En akıllısı deli Bekir, onu da köstekle yatır, çünkü...
(5 Mart 2016)
Aldatan Erkek, Aldatan Kadın
Türk sinema yönetmeni Zeki Demirkubuz şöyle buyurmuş:
"Aldatmayan kadından bir hikaye olmuyor. Erkek aldatırsa, çok büyük bir trajedi olmuyor. Kadın aldattığı zaman erkeğin halini görün, işte benim filmlerden veya çevrenizden. O baya böyle sorgulayıcı, insanı olmayan kanallara götürebiliyor. Onun etkisini de biraz değerlendirebiliyorum."
Seksizm.
Bilgisizlik.
Çifte değer yargılılık.
Liste uzar.
Şimdi gelelim gerçeklere:
Her 2 cinste de aldatma oranı % 30 gibi Türkiye’de. (Bu, evli çiftler için bir istatistik.)
Ancak, bir de şu var:
Kadın % 30, erkek % 30, eksi ikisinin arakesiti % 9 = % 51 olmakta. Yani, evliliklerin yarısı aldatmalı Türkiye’de.
(Bölgesel ayrımlar dikkate alınırsa, eğitimli, büyükkentli kesimde aldatma oranı, pratikte % 100 olmakta. Yani kutsal aile, feçes kokuyor ülkemizde...)
Haa doğrudur, erkekler daha az öğreniyorlar durumu... Kendisi de aldatıyor bile olsa...
İşte, sanatla bilimin farkı bu:
Biri güzel yalanlar anlatır, biri çirkin gerçekler...
Aldatma öyküsünün, güzel yalan olarak, dinlenesi bulunması da ayrı konu.
Türkler dedikoduyu pek severler, ucu kendilerine girmedikçe...
(5 Mart 2016)



% 5’lik AKP’sel Huruç
Temmuz 2015’ten beridir, güncel tarihçeyle ilgili kestirimlerim, beni korkutacak denli yüksek oranda doğru çıkmaya başladı. Bir gelecekbilimci olarak, en iyi kestirimin % 85 olasılıklı olduğunu, özellikle peşpeşe % 100 doğru çıkan kestirimlerde bir yanlışlık olduğunu düşünenlerdenim.
Not: Burada % 70-85-100 dengesi var ve o ayrı bir metnin konusu.
Bir arkadaşa, Güneydoğu’daki ev ev yapılacak baskınları bile söylemiştim. O bana, şu an ne düşündüğümü sorduğunda, bütün kestirimlerimi belirtmeyeceğimi ama şu anki durumun, gerçekleşmesi % 5 olasılıklı bir huruç harekatı olduğunu belirttim.
Sonra düşündüm, bunun açımlanması gerekli. Bu metin, o açımlamadır.
Geçmiş:
1980-2015 arasındaki neo-liberalizm, artık tümüyle duvara tosladı, yurtta ve cihanda.
TC; 1980, 1987, 1994, 2001, 2008, 2015 gibi, düzenli olarak krizlere girdi.
ABD de, nedense tuhaf bir siklusla 5-6 yılda bir regresyona girermiş. 2008-2015 arasında hiç regresyondan çıkamadılar bu kez.
Japonya desen, 1990’dan beridir istop etmiş durumda.
Bu sikluslar ekonomik olanlar. Dünya siklusları, iktisadi-siyasi-askeri tümleşiği olarak işlenir. Diğerlerine bakalım:
TC, kendini ABD ve AB ile eşlenik olarak tanımladı. O nedenle, Çin’in çıkışı bize izdüşmüyor. Üstelik Çin, bize 2000 gibi, Hazar Denizi’nde komşu olduğumuzu söyleyip, işbirliği önermişti. Dahası, AB üyesi olmayan ve Dünya’nın en büyük (1 trilyon dolarlık) fonuna sahip Norveç, bize 100 milyar dolarlık girdi önermişti ama 100 bin kişilik altyapı istemişti, çünkü emeklilerini bize postalamak istiyordu. Hepsini elimizin tersiyle ittik, onun yerine, 2,5 milyon Suriyeli’yi, artılarıyla ve eksileriyle birlikte, göçmen olarak aldık ve İran’ın kara paralarını 20 yıl boyunca akladık.
Bizde AKP duvara tosladı ama bu daha çok inat nedeniyle böyle oldu. Şimdiye dek kazasız belasız tüyebilirlerdi ki tüyen tüydü zaten. Şu andan sonrası zor. Onlar da, gerçekleşmesi imkansıza yakın zorluktaki bir hurç harekatını yeğlediler.
Can Dündar’ı bırakıp, Zaman’ı tuttular.
Askeri olarak, Suriye ve Irak’ta 2 cepheli savaşı seçtiler.
MHP’nin bile yapmayacağı şeyleri yapmacasına, çözüm sürecini iptal ettiler.
Gelecek:
Fuat Avni türü kaynakların belirttiklerini ve kendi kestirimlerimizi dikkate alırsak:
Yeni medya çıkışı, dakka bir gol bir sıfırlandı. Karar gazetesi, Zaman olayını haber bile yapmadı. Bu kafayla özgürlük savunması biraz zor görünüyor.
Davutoğlu, askeri açıdan 0, hatta eksi düzeyde. O nedenle, yine Erdoğan’ın planı yürürlükte kalır.
Burada soru, bu işler için gerekli paranın nereden geleceği.
O da, ‘verirsen yüksek-yabancı faizi, alır gavurlar yüksek riski’ biçiminde olacak. Daha önce de oldu bu zaten.
2019’daki 3 seçimde, bir tek yerel seçimlerde AKP zorlanır. Erdoğan’ın başkan veya cumhurbaşkanı seçilmesinde, önünde hiçbir engel yok. Hiç de olmadı, Ekmeleddin’ciler sağolsun. Genel seçimler desen, % 50 olsun olsun % 40 olur, olunca da ne olduğunu Haziran-Ekim 2015’te gördük: HDP, AKP’nin savaş kabinesine girdi.
Erdoğan, bir Özal kazasına kurban gitmezse ve eğer planı buysa, 2029’a kadar başımızda kalabilir o zaman.
Bu huruç harekatı ise, en çok 2 yılda semeresini verir ki zaten AKP’nin çatlaklarının parçalanması da en az 2 yıl alır. Yani, kayan zaman tabanı nedeniyle, 2019 yerine, 2018 ilkbaharında kazın ayağı belli olacak gibi.
Kestirimlerim açısından bakarsam, faşizm, militarizm, engizisyon atlarına oynayan AKP’nin, 1920’ler ve 2010’lar AB’si hesaba katılırsa, kazanamama şansının düşük olduğu kanısındayım. Ancak, şansları % 95 olsa bile, bunu batırma eğilimleri de olduğu kanısındayım. Yani AKP, ancak sakarlıkla ve kazara hurucu yarabilir kanımca.
Çünkü:
Bizim, Musul-Irak ve Kobane-Suriye işgallerimiz, Çin’in, Rusya’nın, ABD’nin, AB’nin işine gelecek. ‘İstemem, yan cebime koy’ olacak yalnızca. Onların yerine, taşoron Ortadoğu candarması olacağız. Araplar da, ‘cendeerme, cenderme’ türküsünü çığıracaklar yalnızca.
Tüm buraların kilit noktası, Barzani’nin TC şıkkını seçmesiydi ki o bunu seçtiğinde taa buralara geleceğimiz, hiç mi hiç belli değildi. Yani Barzani, boş atıp dolu tuttu ama en çok onun sayesinde TC balık tuttu, gökten yağan balık yani, TC balık falan tutmadı yani.
Bedel:
100-200 bin TC vatandaşı ölü olur.
100-200 milyar dolar gitti olur.
2022 krizini bilmem ama 2029’da ‘yamyam olur, insan yeriz’ olur.
Ancak AKP, her durumda hurucunu yarar ve başta kalır.
Onların da niyeti ve hesabı bu kanımızca...
‘AKP’den sonra tufan’ı oynuyorlar sonuçta...
(5 Mart 2016)
Koleksiyonerler, Satıcılar, Hurdacılar
Kültür metaları bütününün parçaları bunlar olmakta.
Kültür metaları, temelde efemera, kitap ve obje olmakta.
1985 gibi, 30 yıl kadar önce diyelim, 30 koleksiyoner vardıysa, bugün 3 bin koleksiyoner var.
Yine, 300 satıcı vardıysa, 3 bin satıcı var olmakta.
Hurdacılarsa ise, 3 binden 30’a düşmüş olmakta. Saymadığımız 300 tanesinden 270 tanesi, internet üzerinden kültür metası satıcısı olmakta: Kimi kendini çerçi sayar, kimi antikacı.
30 yıl önce mal vardı, alıcı yoktu. Bugün alıcı var, mal yok.
30 yıl önce, en kaliteli mal hurdacılarda çıkar, elenerek satıcılara gelir, en sonda koleksiyonerler vardı.
Bugün hurdacılarda ve satıcılarda mal kalmadı. Bütün nitelikli mallar koleksiyonerlerde. Bunların bir bölümü ölme eşiğinde.
Bu panoramaya böyle bakınca, kendi mesleğimle ilgili daha önce görmediğim bazı şeyleri de görmüş oldum.
Bu 30 yıl, kara düzenden düzenli pazara geçme çabasının ve geçemeyiş başarısızlığının öyküsü oluyor.
Bunun bir panzehiri var:
2 büyük koleksiyonerin yaptığı gibi, Türk mallarını, yalnızca internetten ve yabancılardan almak. Çünkü onlar, bizim aşamalarımızı 250 yıl önce geçmiş ve bitirmiş durumda. Bizim Türkler ise, internetin / Ebay’in bile ırzına geçtiler.
Ancak önemli olan şudur:
Tüm koleksiyonerlerin elindeki metalar / mallar baki kalacak. Bu, özellikle 1985-2015 için böyleydi. O zamanki hurdacıya çöp atma silsilesi epeyi süredir durmuş durumda: Kendi kocasının ve kayınpederinin Osmanlıca tıp diplomalarını çöpe atmaktan söz ediyorum, diplomaların bin dolara kadar fiyatı olabilir.
Ancak gerçek ayın zamanda şu:
Onlarda 1-10 milyon parça mal var. Oysa yok olanlar, 10-100 milyon adet. Tamam, böylelikle arz-talip dengesi kuruldu ama bazı belgeler ünik idi, yok olanların içinde yani.
Şerh: Bu, Batı’da aynen böyle yaşandı, tamamen zar atma usülü.
Sonuç:
Eskiden ev malı pahalıydı, şimdi hurdacı malı pahalı, ölü koleksiyoner koleksiyonları ise pazara daha yeni yeni girmekte (bildiğim örnek sayısı 5’i bulmadı henüz). 10 yıl daha böyle gider, sonra yeni evre gelir.
(5 Mart 2016)
Kanaryam Fener Bağlı Kuş Zaman’a Karşı
Bir haber, resmi FB sitesi açıklaması:
“Zaman Gazetesi’ne kayyum atanması ile birlikte, 3 Temmuz süreci ile ilgili yeni gerçekler gün yüzüne çıkmaya devam ediyor. Zaman Gazetesi'nin, başta Fenerbahçe Spor Kulübü olmak üzere, birçok kulüp, teknik adam, futbolcuyla ilgili Türk Futbolu'na yönelik kurulan kumpasın, planlandığı ve uygulamaya konulduğu merkez olduğu ortaya çıktı. 3 Temmuz sürecinin yalan - düzmece iddialarla organize - planlı bir kumpas olduğu, Zaman Gazetesi'nin kayyuma atanmasıyla ile ilgili İstanbul 6. Sulh Ceza Mahkemesi'nin verdiği kararla kanıtlandı.”
Aslanım Yıldırım...
Çift değil, triple dal düşmanlarına...
Nasıl olsa penaltı kalmadı, hakem kalmadı, futbol kalmadı, ülke kalmadı çünkü...
Dökün yangına benzini...
Nasıl olsa sizler de yanıyorsunuz...
3 değil, (dudak büzerekten söylenmiş) 3.333 İstanbul mübarek bu kent...
Faşizmin 3 F’sinden biri olan futbolu, engizisyonun 3 E’sinden biri de yaptınız, vallahi ve billahi bravo...
Peki neden, Cumhuriyet’in 3 C’sinden biri yapamadınız?
Soru şu o zaman:
FB’li kadın sporcular ne zaman başörtüsü takacak ve erkekler de dizaltı şorta kayacak?
Aziz Yıldırım da, halka açık mekanlarda cuma namazı kılar elbette...
(5 Mart 2016)





Mülteci Kozmonot
Nerdeen nereyee?
Çinliler’in bir sözü vardır:
Bir insanı düşürmek istiyorsan, önce yükselteceksin.
Bu, çok yükselmiş, 100 kilometre yukarı falan, sonra Fatih’te bir eve düşmüş ülkesinden uzağa...
“Uzaya giden tek Suriyeli olarak adını tarihe yazdıran Muhammed Faris, ülkesinde bir kahramanken, yaşanan iç savaş sonucunda, şimdi Fatih'te 2 odalı bir evde zor şartlar altında yaşam mücadelesi veriyor.”
Tabii, uçmayı bilmek denli, düşmeyi bilmek de önemli...
Yoksa, uzayda müzik sesleri filan da duymak var ABD’li astronotlar gibi...
Yani:
Uzay, şişede durduğu gibi durmuyor...
(6 Mart 2016)



06.03.16, 12:55.
Aslolan Sağ Kalmak, Yaşlanınca Onun da Önemi Kalmıyor
Bu, bir Ken Loach / ‘Babavatan’ repliği.
Devamı da şu olmalıymış:
Yaşam, sana bedavadan anlam vermez.
Sen, bedeller ödeyip, kendi anlamlarını kendin üretirsin: Yaşayabilmek için. Yaşama nedeni yaratabilmek için.
Yaşlanınca da, anlam üretecek denli çok libidon ve direncin kalmaz.
Gevşersin ve sonunda düşürülürsün ve ölürsün.
Ölmenin de anlamı kalmamıştır zaten.
Öykü biter. Nokta.
Günümüz Global Ekonomisinin Temel Açmazları
1980 sonrasında, tüm Dünya’da güzellikle ve zorbalıkla, havuçla ve sopayla, adı yeni olan ama kendisi pek yeni sayılamayacak bir neo-liberalizm uygulanıyor. Aynı zamanda, deniz de bitmiş durumda.
Ancak, Dünya Sistemi denilen modelin tarihi haritaladığı üzere, tarihte uzun, orta ve kısa vadeli sikluslar mevcut. Bunlar; siyasi, askeri ve iktisadi olarak, birbirine kimi koşut, kimi aykırı olarak işliyor.
Bu neo-liberalizm, rolünü fazla uzattı ve dolayısıyla da hem eskisinden uzun vadede telafi edilebilir, hem de bazı geri dönüşsüz zararlar yaratmış oldu.
Telafi edilemez zararlar 2 yönlü:
Bir:
Sağ iktidarlar yıkar geçer, sosyal demokrat iktidarlar da onların yıktıklarını yeniden yapar idi. Batı’daki son 150 yıllık muhafazakar-sosyal demokrat düalist siyasi parti anlayışı bunu yaratmıştı. Ancak, zarar artık telafisiz. Cengiz Han’ın Yeryüzü’nden sildiği 50 başkent gibi, ABD de Yeryüzü’nden epeyi ülkeyi kalıcı olarak silmiş durumda.
İki:
2010’dan beridir Dünya ekosistemi, insan türünü besleyebilmek için, geriye dönüşsüz zararlar almaya başladı. Eğer bu durdurulmazsa, 10 yıl içinde, 7 milyarın belki 4 milyarı için, Dünya yaşanamaz olacak.
Açmazlar da çift tarafı keskin bıçak gibi. Örneğin nüfus sorunu:
3. Dünya’da nüfus artıyor, hem de beslenemeyecek kadar çok. 1. Dünya’da ise nüfus azalıyor, genç nüfusun ödediği sigortaların yaşlıların emekli maaşlarını ödeyemeyeceği kadar çok.
Sonra da kördüğüm geliyor.
3. Dünya aç yavru kuş gibi ağzını açıp, 1. Dünya’dan hazır mama bekliyor.
Çin, 1980-2015 arasındaki tek çocuk politikasıyla 400 milyon nüfusun doğmasını engelledi. Türkiye de aynı şeyi yapsaydı, 20 milyon daha az nüfusumuz olurdu: 80 yerine 60 milyon. 80 milyonu besleyemiyoruz ama 60 milyonu besleyebiliyoruz şu an için.
Söylenecek tüm dezenformasyonları pas geçip, Özal’dan itibaren SGK’ye verdirilen ve ödetilen görev zararlarının 1 trilyon liraya yakın olduğunu anımsatalım. İsteyen, geçmiş bütçeleri açar bakar. Bizde, Batı’daki durum yok yani.
Ne olursa olsun, bu kadar nüfusa iş temin etmek imkansız. Çünkü, 1 kişilik iş, artık neredeyse 500 bin dolara mal oluyor. Bizdeki işsiz 20 milyon kişiye iş yaratmanın maliyeti 10 trilyon lira ediyor ki onu da temin etmek imkansız.
O zaman ne oluyor?
Krupp faşizminin tuhaf bir versiyonu işlemeye başlıyor:
Emekli maaşları kırpıla kırpıla karın doyurmayacak düzeye indiriliyor, sağlık masrafları ödenmiyor, vb, vd, yaşlıların kalan ömrü kısaltılıyor açıkçası. Gençler desen, dosdoğru savaşa, kısa yoldan ölüme.
Savaş, kapitalizmin gereği sayılsa da, kapitalizm 250 yıllıksa, savaşlar 5 bin yıllıktan da eski, yani tarihten eski.
Türkiye’nin siyasi, askeri, iktisadi sistemi de buraya sürüklendi.
Türkiye’yi yönetemeyen bir parti % 50 oy almış durumda.
Savaşmak istemeyen üst düzey kadrosu tasfiye edilmiş bir ordu, 2 cephede savaşa sürülmekte.
1980, 1987, 1994, 2001 2008, 2015 krizleri dizisi sürmekte. Üstelik, Batı’da olan ama bizde olmayan W (duble v), yani çifte kriz de sözkonusu olabilir. Sonuçta, savaş en azından başta parasız olmuyor ve Türkiye şu sıralar epeyi silah aldı.
Yani:
Birinci Dünya savaş çıkarıp, bedelini 3., 4. ve n’inci dünyalara ödetmek arzusunda. En azından Müslüman alemini içeren Güney ise, gönüllü olarak dinsel-iç savaşa dalmış durumda: Dünya’daki terör ve savaş olaylarının % 90’ı, Müslüman nüfusun olduğu bölgleerde sürüyor.
Sonuçta, 1. ve 2. Dünya Savaşı, 1. ve 2. Büyük Hesaplaşma sayıldı ama Avrupa’yı da bitirdi. AB, 1945’ten beridir kültürel olarak durmuş durumda. Unutmayalım ki aynı AB’de Orta Çağ, binyıldan uzun sürmüştü ve tüm Dünya böyle bir döneme girebilir.
Dünya Sistemi ise, en azından 2000-2200 için bunun çoktan böyle olmuş olduğunu söyledi bize.
Bu metin, ekonomo-politik kavramsal bir çerçeve sayılabilir. Bütün haritalaması taslağı gibi. Parçaların açıklamalı açımlamaları ise, ileriki metinlerin konusu olabilir.
(6 Mart 2016)
Sait Faik Gibi Yazılabilirlik veya Yazılamazlık: İşte Bütün Mesele Burada
Ahmet Oktay’ın vefatının ardından, kendisiyle ilgili 2 metin yazdım. İkincisi bu konu hakkındaydı.
Kendisi şöyle demiş zamanında:
“Bugün Sait Faik’in yaptığı edebiyatı yapmanın olanağı kalmadı.”
Küllüm mafiş bir tez.
Öncelikle:
İstenilen tüm formlar, üsluplar, vb, istenilen yer ve zamanda kullanılabilir ve üretilebilir. İsteyenine bağlı, o ayrı konu.
Uygun kaçar veya kaçmaz ayrı konu ama kimse yazara, ‘şöyle yaz’ veya ‘böyle yazma’ komutlarını veremez.
Yani Adorno kalkıp da, ‘efenim şiir yazılamaz bundan böyle’ dediğinde süzme-hıyarın tekidir, çünkü toplama kamplarının beterini İsrail’de yaratan, toplama kampından çıkma İsrailliler bile, şiir yazabilmiştir. Ve kimse kalkıp da, ‘şiir yazmayın layn, Adorno abim yasakladı’ diyemez.
Sonra, Sait Faik tarzı, naturalist üsluptadır.
O tarzı, O. Henry 1890’larda, Bukowski 1960’larda kullandığında, hiç mi hiç sakil kaçmamıştır.
Dümdüz anlatmak, sanıldığının tersine, en kolay yol da değildir.
Çünkü, bugüne kadar Sait Faik’in ‘Sinağrit Baba’sına yaklaşabilen olmamıştır, kendisi de dahil ki zaten o öykü Sait Faik’i bile aşmıştır: Çünkü kendisi zaten, Erbil’sel masumun elinde mezarı boylamış bir Sinağrit Baba gibidir.
Sonra:
‘Demiryolu Serserileri’ başkadır, ‘Yolda’ başkadır, ‘Hobo’ başkadır.
Ancak hepsi de, naturalisttir ve konusu / ne’si aynıdır, demiryolu yolculuğu. Ve misler gibi her biri de, kendi zamanının ABD’sini anlatmıştır Sait Faik’sel Sait Faik’sel biçimde.
2016 TC’sini de Sait Faik’sel olarak anlatabilmek mümkündür ama bunu yapmak / yapabilmek, bugünün 40 yaş altı ergenleri için imkansızdır. Çünkü onlar, süssüz laf etmeyi beceremezler ve beceremediler de zaten.
Şimdi gelelim asıl bam teline ve zurna deliğine:
Bugün Sait Faik gibi yazılacak bir durum mu, Demir Özlü’sel ‘Bir Burjuvanın...’sal durum mu, Semra Can’sal bir Laz karikatürist hanım durumu mu var? (Karikatür metni de bir tür edebiyat ve kimi de Sait Faik türü edebiyat olabilmekte, meraklısına not diye yazdım burada.)
Yani, ne ve nasıl yazılacak?
That is the question.
Ve fekat, o da ayrı bir metnin konusu olmakta.
(6 Mart 2016)
Maddi Uygarlık, Manevi Uygarlık
Materyalizm geleneği, ilk çıktığında başına tebelleş olan idealizm ve romantisizm nedeniyle, bazı tanımları da baştan hatalı koymuş.
Aşırı veya mutlak positivist olmuş örneğin. Mekanik determinist olmuş örneğin. Aslına bakılırsa, 150 yıl sonra, 21. Yüzyıl’da bile hala öyle.
Bu 150 yıllık gelenek, 1960’larda Dünya Sistemi olarak, tarih bilimine geçirilip, onu tam-bilim kategorisine yükseltgerken de, bu hatalar hala aktarılıyor kalmış.
O nedenle, Dünya Sistemi’ciler aşırı ekonomik determinist olurlar. Onlar da materyalist olmasına karşın, siyasi ve askeri yanı küçümserler gibi kalırlar.
Oysa, bilim, sanat ve düşün de vardır ve bunların hepsi de soyuttur. Üstelik, tarihi bunların gelişimi açısından irdelersek, askeri-iktisadi-siyasi tarihten oldukça başka bir tarih elde ediyoruz. Çünkü bu üçlünün zirveleriyle, bilim-düşün-sanat zirveleri çakışmıyor.
Bilim, düşün ve sanat bu açıdan manevi kalıyor.
Manevi deyince de, daha çok din akla geliyor nedense. Oysa, manevilik ve uhrevilik olmadan yalnızca üretime ve tüketime dayalı somut tarih anlayışı, şeyleşmiş insanı yarattı. Yani, şu anki kültürel momentte, soyutluk olmadan somutluk anlamsız kalmakta.
‘Şeyleş(tir)me’ (reification), ironik olarak ‘somutlaştırma’ anlamını da taşıyor.
O nedenle biz, maddi uygarlıktan çok, manevi uygarlığı kastediyoruz ve manevi uygarlıkla da, ahlakı, dini, şunu bunu kastetmiyoruz. Doğrudan, bilimi, sanatı ve düşünü kastediyoruz.
Çok basit:
İnsan olandan ekonomiyi, politikayı ve militarizmi çıkarın geriye çok şey kalır. İnsandan bilimi, sanatı ve düşünü çıkarın, geriye hiçbirşey kalmaz.
O nedenle de.
Maddi uygarlık tarihi yazıldı. Bir de manevi uygarlık tarihi yazılmalı.
Dipnot:
Bu konularla, örneğin bilim felsefesiyle uğraşanların en yeni bilgisi, 1970 momentli. O nedenle, daha çok 1990 sonrası tarihli Hint, Çin, Maya bilimleri tarihi bilgisi, henüz tarihe, Dünya Sistemi’ne ve bilim tarihine entegre edilmedi. Aslına bakılırsa, Kolomb öncesi Amerikalar ve Büyük Sahra-altı Afrika tarihi de öyle. Örneğin, Cezayir-Akra arasındaki ticaret çöl yolu, İpek Yolu ve Azak-Baltık yolu ile karşılaştırılabilir ve karşıtlaştırılabilir.
(7 Mart 2016)
Vikingler, Türkler ve Endonezyalılar
Vikingler, MS 800-1200 arasında, bugünkü Norveç’ten taa İran’a ve üstüne bir de batıya Amerika’ya gittiler.
Türkler, bugünkü Moğolistan’dan Viyana’ya, hatta daha sonra Berlin’e kadar gittiler.
Endonezyalılar ise, Çin’den, Tayvan’a, Endonezya’ya, oradan batıya Madagaskar’a, oradan doğuya Hawaii’ye ve hatta Şili’ye gittiler.
Vikingler ve Endonezyalılar deniz halkı, Türkler ise kara halkı. Vikingler ve Türkler ise, gemilerini karada insanlarla taşıyan halklar. Bu da, onları ‘karşılaştır-karşıtlaştır’ açısından tuhaf bir durumda bırakıyor.
3 halk da, çok çok uzun yollar göçtüler. Vikingler karadan ve denizden, Türkler yalnızca karadan, Endonezyalılar ise yalnızca denizden göç ettiler.
Türkler’in batıya göçünün 750 Talas Savaşı ile başladığı düşünülürse, bu 3 halk, küreyi 450 yıl gibi bir sürede turladılar sayılır.
Bu 3 halkın yolları hiç kesişmedi. En azından bu konuda kayıt şimdilik yok. Ancak Vikingler, Anadolu’yu kuzey kıyısından 950 gibi geçtiler. Türkler ise, o sırada (Alp Arslan’dan önce) Anadolu’ya geldiyse bile, dağlık bölgelerde olabilirler ancak.
Ancak, Vikingler’in o zamanlar kullandıkları yarımküre mercekleri, kuzey-kuzey İpek Yolu aracılığıyla, Türkler üzerinden Çin’den temin etmiş olmaları olasılığı var.
Endonezyalılar’ın ise, bir kare içine, köşelerden köşelere çizilmiş büyük çeyrek çemberlerden oluşan, tuhaf, sazdan yapılma yön bulucular kullanıp, 5 bin kilometre ötedeki adayı, her sene eliyle koymuş gibi bulma gibi bir özellikleri var. (Tabii, rüzgarlar ve yıldızlar her yıl sabit, referans noktaları var yani.)
Çıkış:
Tüm bunları, önümüzdeki binyıllar için, insan sonrası türün evren içindeki yolculukları için uygulayabiliriz:
Parametreler belli, ceteris paribus belli, denklem tanım aralığı belli, limitler belli, varyans genlikleri belli.
Geçmişbilim-gelecekbilim bireşimi budur işte.
(7 Mart 2016)
Kadını Birinci Seviyeye Çıkaran Makam
Erdoğan böyle düşünüyormuş sorun değil ama Kadınlar Günü’nü kutlayan kadınların en az dörtte birinin de böyle düşünmesi utanç verici...
En çok duyduğum sözlerden biri şudur kadınlardan:
“Sen erkeksin, annelik nedir, anlayamazsın.”
Oysa, veriyorsun erkeklere oksitosini, onlar da başlıyor dişi kanarya gibi, ‘curk curk’ ötmeye...
20 sevgilim oldu, 20 de yakın kadın arkadaşım, yalnızca 1’er tanesi çocuk yapmadı.
Örneklemeyi 100’den yukarı, bine doğru çıkarınca, oran hepi topu % 1 oluyor.
Bunların bir bölümü, 40’ından sonra, yapay döllenmeyle, bir eroinmandan, bir mafyözden, şu bu biçimde çocuk yapmış insanlar...
Bana açık açık hormonlarının çocuk yapmak için haykırdığını söyleyen kadın da çok oldu.
Çocuklardan nefret eden kadın da çok gördüm.
Tüm bunları bir yana bırakalım:
Çocuk yapmak veya yapmamak, bir kültür, bir kişilik, bir zihin işi...
Bir beden seçimi değil...
Bir kadın çocuk yapmayı bile isteye seçtiğinde, ‘1 (hamilelik) + 3 (bebeklik)’ = 4 yıl boyunca, zihinsel hiçbir etkinlikte bulunamamayı baştan kabullenmiş demektir. Uykusuzluktan zaman bulamaz çünkü...
Ve bunu bilerek, neredeyse Nobel almaya yakın derecede yoğun bilimsel araştırmalar yapan birinin de, gecikmeli olarak çocuk yapmayı seçtiğini de gördüm...
O nedenle, çocuk yapma konusunda, matriyarkinin faşist patriyarki ile negatif sembiyöz yaşadığı kanısını taşıyorum, tıpkı Gramsci’nin proleterya-iktidar seçkinleri arasındaki negatif sembiyöz saptaması gibi...
(9 Mart 2016)
Kültürel Antropoloji Dersleri: Çingeneler, Kürtler, Afrikalılar, Suriyeliler
Dolapdere semtinde ve hurdacılık işinde, 1985-2015 arasında 4 altkültür dalgası yaşandı:
Önce Çingeneler vardı. O bölgede belki 500 yıldır mukimdiler.
Sonra, 1990’larda köyleri yakılan Kürtler geldi.
Sonra Afrikalılar geldi. 1990 gibiki dalga, Silopi’ye mülteci kampına toplu sürgünle sonuçlandı. 1990 gibiki sürgün aynı zamanda, Kürtler’le bir tür yer değiştirilme gibi yaşandı. 2000’lerdeki dalga ile ise İstanbul’da tutundular.
2010’larda da Suriyeliler geldi. Onların öyküsü henüz tamamlanmadı.
4 grubun da ortak yanı, hep ve hala en berbat evlerde oturuyor olmalarıdır. Bu açıdan değişik bir değişmeli en alttakilik yaşıyorlar, yaşayacaklar gibi de görünüyor. Birinin çıktığı evi, diğeri tutuyor yani, başkası tutmuyor ve beğenmiyor yani.
Afrikalılar haricindeki diğer gruplar, açık şiddet kullanımında. Afrikalılar, 1990’lardaki deneyimlerini anımsıyor gibi, kriminalitelerini biraz daha saklayabiliyorlar.
Afrikalılar’ın hiç yüksünmeden, Çingeneler’in ve Kürtler’in ‘şopar’ aşağılamalarına karşı, ticaretlerini büyük bir başarıyla sürdürüp, Türkiye’de saat ve parfüm orta ölçekli pazarını tekellerine almaları, ilginç bir kültürel antropolojisi gözlemiydi. Böylelikle Türkiye, saat çöplüğü oldu ve çişin ana maddesi olan, bol amonyak destekli parfümler ile epeyi alerjik vaka yaşadı.
Altgrup-içi dayanışma, en yüksek hala Afrikalılar’da görünüyor. Zaten, tutunabilenler olmalarında bunun payı yüksek.
Bu, bize şunu öğretiyor:
Hegemonya, zorbalıkla da kurulabilir, edilgin-dayanışma ile de.
Ancak, tüm bu azınlıkların en büyük başarısı şudur:
Yeni bir Kavimler Göçü istilası. Türkiye için belki 20 milyon kişi.
Tamam, 1980’den beridir Türkiye yolgeçen hanı oldu çıktı ama özellikle Afrikalılar ve Suriyeliler ile görünürleşen bir biçimde, Dünya’nın tüm 4. Dünya halkları için İstanbul, Dünya’nın merkezi oldu. Başta AKP’ninki olmak üzere, hükümetler bundan çıkar ummasaydı, buna göz yummazdı.
Bu, ABD’nin seçerek aldığı yıllık 1,5 milyon yeşil kartlıdan farklı bir öykü.
Daha çok, ABD’nin güney sınırında, her gün mesai için sınırı gelip geçen, asgari ücretin yarısına çalışan 15 milyon Meksika vatandaşı gibi bu.
Çünkü, Balkanlarlı, Kafkasyalı, Orta Asyalı, Afrikalı tüm emekçiler, günde 12 saat 30 liraya çalıştırılıyor şu anda. Türkler ise, yevmiye beğenmeyip, kahvede günde 12 saat yanık oynuyorlar.
Genel panorama ise şu:
Türkiye 1960-2010 arasında, o zamanki 40 milyon nüfusunun % 10’u olan 4 milyon kişiyi yutdışına çalışmaya yolladı. Bunların 1 milyonu şu ya da bu biçimde geri döndü. 3 milyonu oralarda kaldı.
1980-2015 arasında ise, minimum 10 maksimum 20 milyon kişi, Türkiye’den transit / göçmen geçti. Bunların 1-2 milyonu hep sabit kaldı ülkede.
Abartarak söylenirse, nüfusun % 75’i turnikeye girdi. Bu ise, 1877-1922 arasındaki 45 yıldaki 12 milyonda 3 milyon içeri, 3 milyon dışarı göçün % 50 olan oranının üzerinde bir oran demek.
Yine diğer bir deyişle:
Dolapdere 1985-2015 içindeki, 30 yıllık hepi topu 10 bin kişilik bir gözlem grubu, 100 küsur milyon kişi için geçerli bir çıkarsama sağladı bize.
Birinci Cumhuriyet’in tasfiyesi biraz da buna bağlıydı. Tıpkı Osmanlı’nın tasfiyesinin bir önceki göç dalgasına bağlı olması gibi.
Herhalde, bunu içeriden gözleyip, doğrudan yazan ilk ve tek kişi de biziz...
(9 Mart 2016)
Türkiye İçin En Kötü Senaryo
‘%5’lik AKP’sel Huruç’ metnimize gelen bir okur yorumu, ‘en kötü senaryo’ dedi.
Böylelikle, insanlarla aramdaki bakış açısı farkını bir kez daha gördüm.
İlkin, ben o metni, en kötü senaryo diye yazmadım.
Daha kötü senaryo-cuk-lar, MHP’li ve/ya HDP’li olanlar olurdu herhalde.
Dahası:
Eğer çevremizdeki ülkeler parçalanmak için bu denli çok uğraşmasalardı, daha kötü senaryolar olurdu.
Eğer Kürtler, parçalanmak için bu denli çok uğraşmasalardı, daha kötü senaryolar olurdu.
Eğer IŞİD olmasaydı, daha kötü senaryolar olurdu ki o zaman, Batı PKK’ye destek verirdi, şu an vermiyor.
Eğer beyazımsı siyahımsı, kayıtdışısal ve kara paralar olmasaydı, daha kötü senaryolar olurdu.
Eğer gerçek halk isyanı çıksaydı, daha kötü senaryo larolurdu.
Bitmedi.
Dahası:
Murphy demiş ki:
En kötüsünü düşünün, muhakkak daha kötüsü olur.
Dahası:
En kötünün olmadığı bir dönemdeyiz, kötüde dip yok.
Yani:
Orta Çağ’ların dibi, sonu, şusu busu yoktur ve/ya gidişatları belli olmaz hiç.
Ve biz bir Yeni Orta Çağ içine girdik. Çoktandır.
En kötü senaryo, TC’nin parçlanması mıdır?
Bence değil:
Parçalanmanın üstüne bu parçalar, bir de kendi aralarında savaşırlarsa daha kötüsü olur. Cengiz Han’ın parçaladığı Anadolu’daki beylikler gibi: 1250-1300 arası tam bir kaos oldu.
Kürtler kendi aralarından fiili-gerçek iç savaşa başlarlarsa daha kötüsü olur, olacak gibi de. (Ki bu geçmişteki, Barzani-Talabani aşiretleri arasındaki, bahardan bahara, oyun gibi savaştan çok daha farklı olur.)
IŞİD parçalanınca, yavru oluşumlar-arası iç-dış savaş başlarsa, daha kötüsü olur, olacak gibi de. Paralar, askerler, silahlar, malzemeler, bilgi sürüp gidecek.
Yani:
Ertelenmiş ekonomik krizin duble V olması gibi, ertelenmiş savaşlar ve iç savaşlar da, duble-, triple-, multi-V’ler olur, oldu da.
Kurtuluş Savaşı sırasında, resmen tanımlı 25 halk isyanı oldu ve herhangi biri TC’yi başlamadan sonlandırabilirdi pekala.
Haa, bak bu TC parçalansa da, şu an halk savaşı olmaz. İktidar seçkinleri-arası savaş olur ancak.
Gelecekbilim açısından bakarsak:
En kötü senaryo, 2. Cumhuriyet kurulamazsa olur. O da, en erken 2025 gibi.
Yani, 10 yıl daha Fetret’e devam.
Dipnot:
Kallavi bir tane atom bombası değil de, atom bombacıkları bile, en kötü senaryo değil: Onu da imlemiş olalım.
(9 Mart 2016)
ABD, Türkiye, Barzani, Musul
Cnnturk, Musul ile ilgili 10 parçalı bir fotohaber yayınlamış. Yalnızca bir parçası anlamlı:
“Musul operasyonu başarılı olursa, IŞİD üyelerinin kuzeye doğru püskürtülmesi bekleniyor. Bu da, Türkiye sınırının yeniden ısınması demek.”
Fonda ses efekti:
Da na naa naağn...
Özetleyebilirsek:
Barzani, kenara çekilip, ortalıktaki patırtıyı izleyecek. Kendine göre, bu harekatın bağımsız Kürdistan için gerekli olduğunu düşünüyor.
ABD, Musul’da kalıcı üs kurma düşüncesinde olmasa, harekat açıklaması yapmazdı. Bizden de beterler: Bir yere girdiler mi, gerekse de, zararda da olsalar, oradan çıkamıyorlar bir türlü.
ABD, batıda PYD ile, doğuda Türkiye ile, IŞİD’i çifte kıskaca almayı düşünüyor ama IŞİD de 6 aydır boş durmuyor herhalde.
Türkiye, sanırım bir taktik gereği, kendileri için önemli olan noktalarda epeyi süredir konuşlanmış durumda. Doğruyu söylemek gerekiyorsa, IŞİD’e karşı koyan tek öğe, Türk öğesi oldu oralarda, haa yapacaklarının binde birini yaptı ayrı konu. TC’nin, kendi sınırları içinde IŞİD’e negatif olmayıp, dışında negatif olması da, savaşın ironisi bizce.
Çok önemli bir ayrıntı var:
Ne Arap askerleri, ne de halkı, IŞİD’e karşı 2014 yazında direnmemiş. Böylelikle IŞİD, elini kolunu sallaya sallaya oraya yerleşmiş. 1,5-2 yılda durumun değişmesi için bir neden yok. Dost ateşi olacak yani.
Suriye’deki Arap halkı oralardan kaçırıldı ama Irak’ta böyle bir şey olmadı son yıllarda. O dönemi 25 yıl önce geçirdiler onlar. Kalanlar hep kalacak yani.
Musul Barajı her an yıkılabilir durumda ve bunu da IŞİD dahil, herkes biliyor. IŞİD düşerse, baraj da düşer kanımızca ve bu da 500 bine kadar çıkabilecek sivil ölümü demek olur.
Dönüp dolaşıp, asıl ciddi oyun tasarımının bu olduğu kanısına varmaya başladım:
Hollanda 2015, sel felaketini önlemek içindi. TC 2015, yoktan elektrik felaketi yarattı. Musul 2016 ise, bu ikisinin kırması olur gibi: ‘Du bakıim, bi beline çakayım, iyileşcek mi acep?’ gibisinden acaip bir şey bu.
Tarih açısından öğretici gibi. İnsanlar açısından deneyimleri ölümcül olacak gibi. Sağ kalanlar da balatayı sıyırtmış olur gibi.
Sonuçta Musul harekatı, yapılmasa da olur bir şey, gibi.
En azından yaşayanlar açısından.
Doğmamışlar ve 50 yıl sonrası için anlamlı bilgiler yaratabilir. Çünkü:
Dünya, yeni bir savaşan beylikler ve/ya bin ev dönemine girdi: En az 10 bin alt-taktik (stratagem’cik) gerekli.
(9 Mart 2016)
İnkar Kültünün Derişmesi
Derişme, çok yoğunlaşma demektir. Derişik, kimyada konsantre için kullanılır.
İnkar kültü, insanların algılamakta ve kabul etmekte çok zorlandıkları durumlarda, örneğin genelde ölüme karşıki, yoksayma davranışlarıdır.
Birleştirirsek:
İnkar kültünün derişmesini, son 8-9 aydaki savaş koşullarında çok izledim.
İlk 3 bin ölü verildikten sonra, savaşı inkar eden birine, kaçıncı ölüde savaşın varlığını kabul edeceğini sorduğumda, yanıt veremedi. 10 bin ölü oldu, hala yanıt veremedi.
Musevlier de, bunu 2. Dünya Savaşı sırasında yapmışlar:
Toplama kampının içinde, zehirli gaz duşunun kapısında bile, öleceklerini inkar etmişler.
Peki, herkes ölmüşse, bunu nereden ölüyoruz?
Çünkü, herkes ölmemiş. Naziler, psikopat-ötesi olduklarından, insanları günlerce duşun kapısına götürüp, bazılarını günlerce geri getirmişler.
Bazıları sağ kalmış ve olanları anlatmış.
Biz de, o sıradaki davranışları böylelikle kayıtlardan öğrenmiş olduk.
İnkar kültünün şimdiki neden şu:
Türkiye, birbirine bağımlı olması gerekmeyen 3 durum yaşıyor:
Bir: Yaklaşık 180 yıllık Tanzimat kültüründen vazgeçiyor.
İki: Birinci Cumhuriyet’i tasfiye ediyor.
Üç: 33 yıldır iç savaşın içinden çıkmaya debeleniyor.
Bu da, kaos matematiği açısından, 3 tane büyük ölçekte, yolların çatallanması demek.
Ayrıca, global kaos dönemine girildiği ve 2000-2200 arası tarihin iniş dönemi olmakta olduğu için de, ek olarak çatallanmalar da var.
Savaş bunlardan biri, iç savaş öyle, darbe öyleydi, aksis değiştirme öyle, ekonomik krizler öyle.
Kültürel şizofreni veya kimlik yitimi, aslında bizde hep vardı.
Tanmizat ve Meşrutiyet romanında mizahla verilen bir biçimde, Doğu-Batı çatışması şizofreni yarattı.
Niyazi Berkes’in saptadığı ve gözden kaç(ırıl)an bir biçimde, Birinci Cumhuriyet’in erken döneminde, 11-16 yaş arası öğrenci intiharları çok artmış. Anababa gitmiş, gelenek gitmiş, ülke gitmiş, çocuk da yitmiş, olmuş.
Aynı olay bu sıralar, intihar vakalarında, ‘atlasana lan’ biçiminde tezahür ediyor. Bu da, bir kültürel şizofreni.
İşte bu kültürel şizofreninin dolaylı göstergelerinden biri de, inkar kültü.
Halkımız herşeyi inkar ediyor:
Ailenin içine ettiğini, maddiyat için herşeyi sattığını, paranın onun için Allah’tan ve ülkeden önce geldiğini, her seçimde parti değiştirdiğini, üyesi olduğu partiye oy vermediğini, ensesti, tecavüzü, kadını dövmeyi...
Sonra, kan, ter ve gözyaşı geliyor.
Herşeyi silip süpürüyor.
Tarihte de hep böyle olmuş...
(9 Mart 2016)
Neyi ve Nasıl Yazmak?
Bu soru, yalnızca edebiyat / sanat için değil, felsefe ve bilim için de geçerli ama onlar, bu metnin konusu değil.
Neyi yazacağın, neyi yazmaya değer bulduğunun yanıtı olacaktır.
Esin perine veya içinden gelmesine bırakırsan bile, uzun vadede yazdıkların belli bir aralığa yoğunlaşacaktır. Tamama yakın yazarda böyle olmuş çünkü. Meta-eleştirinin de böyle bir yararı var, yazılmışların kaydını tutup irdeleyebiliyor.
Dolayısıyla, neyi yazacağına bilincinle ve isteğinle karar vermek daha makul gibi görünüyor. Hiç olmazsa, neyi niçin yazdığın sorulduğunda, şakkadanak yanıt verebilirsin.
Genel öneri, ne yazarsan yaz, iyi bildiğin şeyleri yazmak yönünde olmakta. Yoksa Yaşar Kemal gibi, ‘Menekşe Koyu’nu yazıp, birçok denizcilik bilgisi hatası yapabilirsin.
Neyi bildiğin, özellikle roman ve öykü yazarlarınca, yaşadığını yazmak olarak anlaşılır. Hatta, Türk yazarları daha da ileri gidip, Rıfat Ilgaz gibi, ‘Karadeniz’in Kıyıcığında’yı, anı yerine, roman türünde yazabiliyorlar. Ancak, yine onun ‘Hababam Sınıfı’sı, özgün durumuyla, film durumuyla değil, 1930’ların ve 1940’ların öğrencilerinin anılarını dinlenmişliğine dayanır. Ancak, birçok insanın başkasının anısını kendisininki sanabilmesi denli, standart-içi olabiliyor o türden anılar.
Nasıl için ise, edebiyatın 60 küsur dalı var. Olmadı, kabına hiç sığamadın, Montaigne gibi, yoktan deneme gibi bir tür de var edebilirsin.  Sonuçta, roman denilen tür de, 1800’lerin başında Avrupa’da yaratılmış bir tür.
Senaryo türünün yaratılması ise, 1900’ü buldu.
Çizgiroman grafik romanı, 1930’larda başlamış sayabileceğimiz bir tür.
1880’lere ait olan Feneon tarzı çok-çok kısa öykü türü, 2000’lerde ‘twitteratür’ olarak yeniden icat edildi de. Hemingway’e atfedilen ama aslında onun olmayan 6 sözcüklük öykü de bir tür.
Günümüz koşullarında bile, hala yeni türler üretilebiliyor:
6 saniye uzunluk sınırlı olan ‘vine video’lar için, çok-çok kısa senaryo veya sinopsis yazmak, henüz adı konmuş olmasa da, yeni bir tür sayılır.
Yani, yeni bir yazın türü yaratmak, hem yazın-içi olabiliyor, hem de yazın-dışı / çapraz medya olabiliyor.
Ancak, ne yazarsan yaz, Ustamız Tahir Alangu’nun dediği gibi:
‘Mollalar, yazar olacaksanız, günce tutun.’
Ben buna bir de mektup türünü ekliyorum.
Türkçe için konuşursak, her 2 tür de, pratikte sıfır dolu birer alan. Yani, hemen ne yazacaksanız yazın, yeni ve farklı bir şey yazmış olursunuz. Ayrıca, 1. veya 2. bin sayfada da, yazarlık-çıraklığınızı atlatmış olursunuz. Alangu’nun öğüdü de onun içindir zaten.

(9 Mart 2016)